İki cihanda mutluluk formülünü veren Kur’ân hakikatlerinden öğreniyoruz ki; insan bu dünyaya ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek, mükemmele erişmek için gönderilmiştir.
İlk emri ‘Oku!’ olan, ‘İlim Çin’de dahi olsa arayıp bulunuz, alınız’ diye ilmi, fenni, teknolojiyi teşvik eden bir dinin mensupları; cehalet içindeyse, geri kalmışlık ve fakirlikle boğuşuyorsa ortada yanlış giden bir şey vardır. Hâşâ, kudsî kaynakta bir yanlışlık olmadığına göre; onu anlama ve tatbikattaki bir sıkıntı var demektir. O yanlışı aramak lâzım. Denenmiş, örnek bir cemiyet yetiştirmiş, bir medeniyet kurmayı başarmış olan Kur’ân hakikatlerinin; doğru uygulandığı takdirde; bu günde ilimle donanmış bir medeniyet kurabileceğinden asla şüphe yoktur.
“DOĞRU İSLÂMİYET!”
Kur’ân Âlemlerin Rabbi tarafından Peygamber Efendimize (asm) indirilen son semavî kitaptır. Bütün insanlığa hitap etmektedir. İslâm’ın kendisi kutsaldır; fakat İslâm’ın tarihteki farklı tatbikatları kutsal değildir. Meselâ, Emeviler’de hilâfetin ‘ısırıcı saltanata dönüşmesi’ ve dinin saltanatı tahkim için kullanılması kutsal değildir. İslâm tarihini de kutsal kabul ettiğimiz takdirde bir tabu oluşur ve tartışılmaz hale gelir.
Hâlbuki İslâm her meselesini akla ve ilme tasdik ettirir. Dogma ve tabu olmaz. Çünkü insan hatadan hali değildir. Allah tarafından ‘ismet’ sıfatıyla korunmuş olan Peygamberlerin bile ‘zelle’ denilen halleri olmuşsa; her hadiseye, her meseleye ve her kişiye önyargısız, tabusuz, serin ve soğukkanlı bir şekilde, tenkid ve tahrip için değil öğrenmek ve anlamak maksadıyla yaklaşmalıyız. Akıl, ilim ve iman süzgecinden geçirmeliyiz. Özetle ve Bediüzzaman’ın tabiriyle ‘doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu’ öğrenmek ve yaşamak zorundayız.
“İSLÂM’A LâYIK DOĞRULUK!”
İslâm ilim derken biz cehaleti tercih ediyorsak, İslâm barış derken biz kavga ve ihtilâfı anlıyorsak, nihayet; İslâm hak, hukuk, adalet derken biz ‘zulmü alkışlayıp zalimi seviyorsak’ İslâm’a lâyık bir doğruluk göstermiyoruz demektir. İslâm tevhid, nübüvvet (peygamberlik), haşir, adalet ve ibadet merkezli bir hayat öngörürken; biz –Allah muhafaza etsin- nefsini ilah edinenler gibi helâl-haram demeden, ölüm ve sorguyu hesaba katmadan, hiç ölmeyecek gibi dünyaya çalışıyor isek; bu İslâm’ın emrettiği hayat ve doğruluk değildir. Merhum Âkif böylelerini ikaz ediyor: ’Sen batmaya batıyorsun; bırak, bari İslâm’ı batırma!’
“HER KONUDA HASSASİYET!”
Meseleyi daha müşahhas hale getirmek için trajikomik iki anekdot aktarıp sözü bağlayalım:
Yaşlı hacı amca bankada işleminin yapılmasını beklemektedir. Çay ikram edilir. Kendi çayını yudumlarken; işlem yapan kadın memurun çayı sol eliyle içtiğini fark edip ikaz eder: “Kızım çay sol elle içilmez, haram!”
Memur taşı gediğine koyan cevabı yapıştırır: ”Sağ elimle senin faiz işlemlerini yapıyorum hacı amca!”
***
Sol elle yiyip içmeye gösterdiğimiz hassasiyetin daha fazlasını faiz konusunda, kul hakkı ve yetim malı yememe konusunda; nihayet hak hukuk adalet dahil bütün helâl ve haramlara karşı da gösterelim. İslâm’ı hakkıyla yaşayalım. Yanlış varsa tevbe kapısı açıktır. Yanlıştan dönmek fazilettir.
“TALEBELERİ HELÂL PARA İLE YETİŞTİRİN!”
Ömrünü iman ve Kur’ân hizmetlerine vakfetmiş Ahmet Abi kibar, halim selim ve fedakâr bir hizmet eridir. Kızdığı hiç görülmez. Bir dostu onu bir gün ziyarete gittiğinde çok şaşırır. Çünkü Ahmet Abi öfkeden kıpkırmızı kesilmiş, bağırıp çağırıyor.
Dostu bu nezih, kibar ve nezaket timsali insanı öfkelendiren sebebi merak eder ve öğrenir ki; yaşlı bir hacı amca gelip Ahmet Abiye, ‘Evlâdım siz talebe yetiştiriyorsunuz. Benim bankadaki paramın biriken faizi var. Onu size vereyim de talebelere harcarsınız’ demiş. Ahmet Abi çok öfkeleniyor: ’Sen ne diyorsun hacı amca! Ben talebeleri helâl para ile besliyorum, zor yetiştiriyorum. Midelerine haram girerse daha hiçbir şey onları zaptedemez!’
***
Doğru İslâmiyeti ve İslâm’a lâyık doğruluğu yaşarken, hizmetimize haram karışmasın efendim. O zaman ‘İstikbalde en yüksek, gür sedanın İslâm’ın sedası’ olmasını bekleyebiliriz.