Sosyal medyaya düşen bazı ifadeler, zamanla herkesin dilinden düşmez oluyor.
Mesela son zamanlarda, sağ cenahtan ve biraz da dindar kesimden ölüm haberleri, "Hakk'a yürüdü" şeklinde duyurulur hale geldi. Bugüne kadar ölüm, vefat veya rahmete kavuşmak gibi ifadeler yerine, "Hakk'a yürümek" ifadesi âdeta tavan yaptı.
Bu ifade, iman ve İslam'dan uzak yaşayan gayr-ı müslimler için zaten kullanılmaz. Ama acaba mümin ve Müslüman olan her insan vefatıyla Hakk'a mı yürür? Acaba bu durum, şahıslara ve şahısların bu dünya hayatındaki yaşayışlarına göre değişiklik arz etmez mi? Zira merhumun Hakk'a yürüdüğüne; geride kalanların, yani onun hayatının şahidi olanların da ne kadar inandığına bakmak lâzım. Ayrıca bu kavram, merhumun da dünya yaşayışında ne derece hak ve hakikat yolunu takip edip etmediğiyle, yani Hakk'a yürüyüp yürümediğiyle de yakından alâkalı bir kavram olsa gerektir. Acaba Müslüman ve mü'min olan insanlar arasında yaşayan o merhum, Kur'an ve Sünnet'in rehberliğinde bir hayatı yaşama gayreti içinde miydi?
Hem de değişen ne oldu ki, birdenbire herkes Hakk'a yürür hale geldi. Hani keşke öyle olsa da, biz de hak ve hakikat hesabına yürekten sevinebilsek.
"Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur."1 Yani Kur'andır.
Kur'an'ı ve onun tercümanı olan Resûl-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam'ı rehber edinen her mü'min; hele bir de bu ahirzamanda imanı taklitten tahkîke çıkaran ve imanda mertebeler kat ettiren Risale-i Nur gibi mucizevî bir Kur'an tefsirini okuyup hayata geçirme gayreti içindeyse, onun hem hayatıyla hem de vefatıyla Hakk'a yürüdüğüne melekler de şahitlik ederler..
Nazarımızı "yürüyen"den ziyade "yürüten"e çeviren Üstad Bediüzzaman'ın, şu duası da meselemize ışık tutuyor:
“Ve keza kader muhitinden uçan tayyare-i ömre ve hayat dağları arasında açılan uhdut ve tünellerden şimşekvari geçen zamanın şimendiferine bindirerek, ebedü’l-abad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir
tünelinin kapısına sevk eden Halık-ı Erhamürrahimin’e niyaz ediyorum.”2
Tarihten şu misalimizin de, meramımızın anlaşılmasına katkı sağlayacağı kanaatindeyim.
Yavuz Sultan Selîm’in son anlarını, nedîmi Hasan Can şöyle anlatır:
“Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâver askerlerine taktik ve tâlimat vermeye devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kasdederek:
'Hasan Can, bu ne hâldir?' dedi.
"Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna, bâkî hayâtın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için hüzünle:
'Pâdişâhım, artık Allah ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!' dedim.
"Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:
'Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin? Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusur mu müşâhede eyledin?' dedi…
"Artık bambaşka âlemlere dalmış olan Sultan, bana son olarak Sûre-i Yâsîn’i okumamı emretti. 'Selâm' âyetine geldiğim zaman da rûhunu Rabbine teslîm etti."3
Son kelam olarak arzumuz odur ki; sadece vefat ile bu dünyadan alâkası kesilenlerin, Hakk'a yürüdüklerini varsaymak yerine, asıl bu imtihan dünyasında henüz ruh bedende iken hak ve hakikata kulak verip Hakk'a yürüme gayretimizi arttıralım, bu hususta biribirimizi gözetip kollayayalım. Daha makbul ve daha hakça olur.
Dipnotlar:
1-Bkz. Sözler, Yedinci Söz
2-Mesnevî-i Nuriye, s.94
3-Kaynak: Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 2, Erkam Yayınları, 2012