Ne bahtiyardır onlar ki, attıkları her adımı rastgele atmazlar, rastgele söz sarfetmezler, biribirlerini gıybet edip çekiştirmezler.
O bahtiyar zümre, Allah’ın (cc) emirlerini, Resûlullah’ın (asm) sünnetini, lisan-ı halleriyle ilân etmek azmini taşırlar. Yazıya ve söze münhasır bırakmazlar. Benlikten ve enaniyetten sakınır ve sakındırırlar.
“Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor.”1
“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, madem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye ene’yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. ‘Ben demeyiniz, biz deyiniz’ diyor.”2
Ancak “şahsiyet” ile “benlik” farklı şeylerdir. Şahsiyet; Allah tarafından verilmiş olan kabiliyetin ve maharetin şahıstaki tezahürüdür.
Herkes sahip olduğu maharet ve kabiliyeti, Allah’ın ihsanı bilerek, O’nun rızası dairesinde ve O’nun yolunda kendine mâl etmeden istimal ve izhar edebilir.
Bu yönden her insan diğer insandan ayrı ve mümtazdır. Cemaatleşmenin mânası da bu farklı ve mümtaz kabiliyetleri bir araya getirip birbirinden istifade ettirmesidir.
Bu cihetle cemaat şahsiyetleri silikleştirmez, aksine onlardan istifade eder.
Şahsın; kendini üstün ve değerli, başkalarını hakir görüp aşağılaması “benlik”tir, “enaniyet”tir. Bu menfi duygu ve bakış açısı ile cemaat olmak mümkün değildir. Bu yüzden cemaate giren birisinin bu gibi menfi duygu ve hallerden sıyrılması gerekir.
“Onlar, Rablerinin dâvetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir.”3
Bu âyet-i kerimeye kulak verince bilhassa bir noktaya nazar, hatta “hasr-ı nazar” lâzımdır. O nokta şudur: Rabbimizin dâvetini kabul etmek, namazı dosdoğru kılmak ve işleri istişare ile yapmak; âyet-i kerimede peş peşe ve birbirine bağlı olarak beyan ediliyor.
Böylece istişarenin Rabbimiz katında ne kadar ehemmiyetli olduğu zahir ve aşikâr oluyor.
Öyleyse Rabbanî dâveti kabul edip namazını dosdoğru kılan bir mü’min; namazda iken nasıl Rabb-ül Âlemin’e müteveccih olup, başka fani teveccühleri nazara almıyorsa, istişarelerde de sadece Allah’ın rızasını gözetir.
Ne kendinin, ne de başkalarının nefis ve hissiyatlarının hatırlarını değil, Hakk’ın hatırını esas alır.
“Nefsim ve hissim, nefisler ve hisler incinirse incinsin, ama Hakk’ın hatırı incinmesin, şahs-ı manevînin ruhu muzdarip olmasın” der, meşveret sonucuna razı olur ve meşveretler zeminlerinde haklı ve doğru bulduğu söylem ve çalışmalarına devam eder.
Dipnotlar:
1-Kastamonu Lâhikası, 120. Mektup
2-Mektubat/Yirmidokuzuncu Mektup, s.416
3-Şûrâ, 38.