Ağlarım ağlatamam
Hissederim söyleyemem
Dili yok kalbimin
Bundan ne kadar bizarım
M. Âkif ERSOY
Yüreğini koymuş uğruna. Gönlüne düşen hasretiyle tutuşmuş ve ağlamış. Sonra da kalemini ağlatmış…
Aklımın nuru olan imanı, vicdanının ziyası olan hakikatler uğruna ve o hakikatler adına yana yana hasretini dile getirmiş kalemiyle.
Ne olmuş ki? Aklı, ruhu ve ruhuna bağlı o nezih duygularıyla ağlamış ve ağlatmış? Yaşadığı mekânda ilmiyle, hilmiyle öne çıkan muallim Hasan Feyzi canını cananına feda edercesine kor olmuş yüreğinde Üstad hasreti…
“Sizi buldum ya Üstadım” demiş ve ekleyivermiş sevgisine “dahi nezdin o ki, canım sana kurban olacak” diye…
Gönlümün ihlâsı, dilimin izharı kabule mazhar duâ olmuş ve Aziz Üstadına “kurban” olmuştur.
Aziz Üstadı onun bu kalbi duâsının “son” tezahürünü ise şu cümlelerle izhar buyurarak “Denizli’nin bir manevî kahramanı Hasan Feyzi’nin aynen Isparta kahramanı Hafız Ali gibi” kendi yerine vefat ettiğini açıkça belirtir.”
Bir Nur Muallimdir Hasan Feyzi Yüreğil… Aslen Denizlilidir. Üstada ve Nurlara intisap etmezden evvel çevrede yaygın olan Melani Tarikatının önde gelenlerinden ehli ilim bir muallimdir.
Honaz, Şanlı, Gözler ve Güvecikte öğretmenlik ve başöğretmenlik yapmıştır. Sonra bir Nur muallimi olmuştur. Hazreti Üstadın 1944 yılında Denizli Hapsinden tahliyesinin ardından onunla tanışır. Nurların mana ve ehemmiyetinin yanı sıra, Üstadın manevî şahsiyetinin önemini kavrar ve Nur Üstadın senasına mazhar olur. Denizli de Üstad’la birlikteliği kısa zaman diliminde cereyan eder. Yaklaşık iki ayı aşkın süredir bu zaman dilimi. Nurlara naim olur, Üstada hasret duyar ve onun hasretiyle yüreği yanar. Ve sonra ayrılır Üstad Denizli’den. Bir “ayrılık” sevdasıyla hasretini izhar eder Hasan Feyzi.
Der ki;
“Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak.
Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak.
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm
Çünkü, hicran dolu kalbim yerine hicran olacak…”
Gönlündeki Üstad hasreti kor olmuş, sonra da gözlerinden yaşlara inkılâp etmiştir.
Kalemine sirayet eden gözyaşlarıyla kalemini ağlatırken duyduğu gönül hıçkırıklarını kalemiyle şöyle ağlatarak Nur’un satırlarında yazmış ve demiş ki;
“Anam ve babam ve tatlı canım sana fedâ olsun Üstadım. Birkaç gündür acılarımıza zehir katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı Kızılırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devâlar aradığımız o mübârek ay, akıbet, husufâ mı uğruyor? Nuruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, akıbet göç mü ediyor? Vâhalîla!..
“Neşir ve tamim buyurduğunuz vasiyetnâme, bizler için hakikaten böyle bir kara haberi bildiren bir ye’s ve mâtem işâreti midir? Yoksa, yıllardan beri rûy-i zeminde ağlayıp, inleyen kimsesiz Müslümanların, büsbütün kurtuluş beşâreti midir? Bize haber sal. Sal ki; eğer böyle bir beşâret ise senelerden beri hep ağlayan gözyaşlarımızı tutup, biraz da gülmesini bilelim ve öğrenelim.
“Acaba bu, bize tahminlerimizi te’yid ve takviye edecek bir nevruz mu? Yoksa maazallah gözyaşlarını çoğaltıp umman edecek bir nevmidi mi verecek? O bir vâsiyetnâme mi? Yoksa bir tebriknâme mi? Yoksa, oğul, uşak ve âileden mahrumum, belki bana yas tutan ve mersiye yazan olmaz diye, kendi mersiyeni kendin mi yazdın Üstadım?
“Senin sayısı yüzbinleri aşan büyük bir âile efradın var. Hem öyle ki: Eğer istesen, hepsi sana hayatlarını fedâya hazır, sana üçyüzelli milyon insan yas tutup ağlar. Şimdiye kadar, hangi ölünün böyle milyonlarca yassıcı, mersiyecisi ve âile efradı var ki (…) “Allah senden ebediyen râzı olsun Üstadım. Demek bundan sonra kederlerimizi onunla giderip, bütün müşkillerimizi o Risale-i Nur’a mı havale edeceğiz? Gece ve gündüz hep onunla mı mütesellî olacağız…) “şahsıma âit diye, belki bu yazılarımı da kabul etmek istemezsin, fakat kabul buyurmanı rica ederim. Çünkü, ben medh ve senâ etmiyorum.(…) “Esasen bende o dil, o kudret o iktidar yok ki; ben ancak bu ölme ve göçme hâdisesinin bize saldığı elemlerden ve yağdırdığı kederlerden, ancak bir damlasını yazıyorum.(...)
‘AH… NE OLURDU ÜSTADIM…’
“Ah… Ne olurdu, şimdi şu sayılı nefeslerini verdiğin şu anda, şu son deminde, huzurunda ve yanında bulunup sana hizmet edebilseydim…
“Risaletü’n Nur’un te’lifini tamam edip, neşrin dahi esbabını, te’min ve tanzim ederek ve talebelerinize, biz âcizlere bırakarak ebediyete, Re’fik-i A’laya ve Allah’a gidiyorsun. Âlemi ervaha uçtuğunda bizi unutma. Büyük ağabeyimiz ki, şanlı ve muhterem şehit Hafız Ali’dir. Ona ve bütün kardeşlere ve ecdâda ve atalara ve evliyaullahın büyük ruhlarına bizden selâm et.
“Ah… Sevgili Üstadımız… Üzerimize öyle musîbetler çöktü ve döküldü ki; eğer o musîbetler şu güneşli güzel gündüzler üzerine dökülse ve yağsa idi, gündüzler kararır, muhakkak gece olurdu. (…)
Üstadım, sen dünya lezzetini tatmadan, ömründe bir kere olsun bu fenâ günlerine el uzatmadan ve uzata uzata bir saat bile sıcak ve rahat döşeklerde yatmadan, akıbet bırakıp gidiyorsun.”
1945 yılının bir Ramazan ayında Emirdağ’ında Üstada verilen bir zehirlemenin akabinde yazdığı “Birinci Vasiyetnamesine” mukabil muallim Hasan Feyzi’nin his, duygu ve düşüncelerini dile getirdiği hasret ve iştiyak dolu ağlatan kalemi ihlâs ve sadakatle örülüdür.
1985 yılında Denizli de vefat eden bu Nur mualliminin ağlatan kalemi ne kadar da manidardır.
Üstad ve bu günkü muallimlere örnek olmasını temenni ettiğimiz Nur muallimine rahmetler diliyoruz…
Muallim olmak…
İşte budur diyoruz.