1943 yılının sıcak bir Ağustos günüydü. Denizli’nin Çivril ilçesi Homa nahiyesinde, Atıf Egemen’in üzerinde 5. Şua Risalesi’nin bulunmasıyla birlikte başlayan tutuklamalar, küçük bir kıvılcım gibi yayıldı.
Aynı günlerde İnebolu emniyeti, semerci Dursun Özdemir’in evine baskın düzenledi ve Bediüzzaman Said Nursî’nin “Hücumat-ı Sitte” adlı eseri bulundu. Ne hazindir ki, bu masum eser “Altı Ok’a hücum” diye yanlış anlaşıldı ve Dursun Özdemir, karakolda falakaya yatırıldı. Çektiği işkencenin ardından bir aya yakın bir süre ayağının üstüne basamadı.
Talebelerin evleri birer birer basıldı; hepsi karakola toplanarak 24 saat boyunca ayrı hücrelerde sorguya çekildi. Sonunda 15 genç tutuklandı. Koğuşa yerleştirildiler; nefes alışları bile gözetlenip Ankara’ya rapor edildi. Ramazan ayıydı... Namaz kılmaları, oruç tutmaları, tesbihat yapmaları bile suç delili gibi kaydedildi. İnebolu Cezaevi’nde üç ay boyunca belirsizliğin ve baskının ağır yükü altında yaşadılar.
İçişleri Bakanı Hilmi Uran bile bu küçük kasabadan nasıl “bu kadar vatan haini(!)” çıkabileceğini merak edip İnebolu’ya geldi. Talebelerin dosyalarını tek tek inceledi. Yetmedi; yeni bir komisyon kurdurdu, başına da mason birini getirdi. Böylece talebelerin ifadeleri yeniden alındı, dosyalar tekrar didik didik edildi. 12 kişi özel olarak seçildi, diğerleri dosyalardan silindi.
Ardından karanlık söylentiler yayıldı... Kahvehanelerde, sokaklarda, evlerde “Kürtçü”, “hücucu” diye damgalandılar. Sürgüne gönderilecekleri, idam edilecekleri fısıltı hâlinde yayıldı. Halk korkutuldu. Talebelerin çocukları sokağa çıkamaz hâle geldi. Aileler, mahalle baskısının ağırlığı altında hastalandı.
Ve bir gece... Jandarmalar koğuşa gelip talebelerin ellerini ince iplerle birbirine bağladı. Bir gemiye bindirildiler. İki gün süren bir yolculuğun ardından İstanbul’a vardılar. Oradan İzmir’e, İzmir’den Denizli’ye doğru sürgün edildiler. Denizli Cezaevi’nin soğuk, karanlık koridorunda yürürlerken, İbrahim adındaki genç, bir anda demir parmaklıkların ardında Bediüzzaman’ı gördü. Büyük bir hasretle eğilip elini öptü. Bediüzzaman ona, yürekleri ferahlatan bir sesle, “İbrahim kardeşim, korkma. Hiç merak etme” dedi. İbrahim’in gözyaşları içinde yürüyüşü devam etti.
O gün, zulümle dağıtılmak istenen iman halkası, tam tersine bir bayram havasında birleşti. Kastamonu’nun ve Isparta’nın Nur talebeleri, ilk kez bu kadar yakın oldular. Sonunda adalet yerini buldu; dava beraatla sonuçlandı. Ancak Bediüzzaman, cezaevinden çıktıktan sadece 47 gün sonra Emirdağ’a sürgün edildi.
İnebolu’daki bir avuç inançlı yürek, “Hakikî imanı elde eden, kâinata meydan okuyabilir” hakikatine sımsıkı sarıldı. Onların sarsılmaz sebatı, inancı ve dirayeti, zamanın baskısına, zulmüne rağmen ışık saçmaya devam etti.
Bugün bizler, inançlarımızın ve düşünce hürriyetimizin kıymetini bilirken; geçmişte bu değerler uğruna hiçbir menfaat gözetmeden sebat eden o güzel insanların fedakârlıklarını da unutmamalıyız. Zira bir toplum, inancı uğruna çekilen çileleri unutursa, geleceğini de kaybeder.
Kaynaklar:
1- Necmeddin Şahiner, Son Şahitler-2, s. 178-180
2- İhsan Atasoy, İnebolu Kahramanları, s. 303-305