Şiir, ifadelere beká verme arayışlarının neticesi.
Şiir, insanların -okuma yazma bilmese dahi- hissiyat ve düşüncelerini başkalarına aktarma, kalıcı kılma hususunda rakipsiz bir ifade biçimi.
Şiir, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “kıymetdar, şirin bir vâsıta-i ifâde.”
Mânidar kelamların eslâftan ahlâfa hafızalarda kalmasını temin eden câzibe.
Ümmî kavimlerin, mefâhirlerini, vukuât-ı tarihiyelerini, mehâsin-i ahlâka yardım edecek durûb-ı emsallerini muhafaza vesilesi.
Kavimler, asırlar sonrasına mesajlarını destanlar şeklinde aktarabilmişlerdi.
Destanlar, milletlerin eski çağlardaki din, fazîlet ve millî kahramanlık mâcerâlarını, başlarından geçenleri dile getiren büyük manzum (şiir biçiminde) hikâyelerdir.
Kırgızlar, bin yıl önceki hayat tarzı, örf, âdet ve gelenek ve inançlarını, kahramanlık hikâyelerini Dünyanın en uzun destanı özelliğine sahip 500 bin 553 mısradan oluşan Manas Destanıyla günümüze aktarabilmişlerdir.
“Destânî şiir, beşerin en destânî milleti olan Türk’ün lisânına has gibi bir şey sayılıyordu.” der Yahyâ Kemal.
Káfiye ise, şiirin asırlardır lâzıme-i zarûriyyesi. Gerekli olup olmadığını tartışmak kimin haddi?
“Káfiye kulak için mi, göz için mi?” tartışması bile bir edebî ekolün (Servet-i Fünûn) zuhûruna vesile olmuş.
Âyetlerin “güzel bir káfiye ile nihayetleri hitam bulması” bir emâre-i i’cazdır diyor Bediüzzaman. (Barla Lâhikası s.244)
Kur’an-ı Kerim dışında en güzel örneklerini Muallakat-ı Seb’a’da gördüğümüz káfiye, zamanla her güzel şey gibi yozlaşmış, “cesedi libasa göre yontmak”, “hakĪkatin suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek” için kullanılır olmuştur. (ESDE s.462)
Muallim Nâci’ye de “Erbâb-ı teşâur çoğalıp şâir azaldı / Yok öyle değil şâirin ancak adı kaldı.” diye yakınmak düşmüştür.
Gelelim Nurlardaki “…Safiye’yi káfiyeye feda etmek tarzında, hakĪkatin suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim.” ifadesindeki telmihe.
Bu konuda bildiğim kadarıyla iki rivayet hikâye edilmiş.
Birincisi, erbâb-ı teşâurden biri, bir şiir yazmış, fakat ne kadar uğraştıysa da son mısraya káfiye düşürememiş. Aklına sadece “tallaktu safiye (safiyeyi boşadım)” cümlesi geliyormuş. Lakin karısının adı da Sâfiye imiş. Şiiri böyle tamamlasa karısını boşamış olacak, vaz geçse şiire kıyamıyor. Neticede káfiye hırsıyla, “tallaktu Sâfiye” diyerek şiiri bitirmiş. Sâfiye’yi káfiyeye fedâ etmiş.
“O zavallı fakĪreyi niçin boşadın?” diye soranlara: “Çıktı káfiye/Tallaktü Sâfiye” diye cevap vermiş.
İkinci rivayette Sâfiye, zavallı bir fakĪre değil káfiye bilgisi de olan zeki bir hanım. Kendisini bir türlü boşamaya yanaşmayan müteşâir (şiir heveslisi) kocası, gecenin bir vaktinde zuhur eden ilhamla(!) yataktan fırlayarak mısralar düzmeye başlar. Bir mısranın sonunu “…okşadım seni.” diye bitirir fakat ilham perisinin azizliğine uğramıştır. Bir türlü diğer dizenin sonuna káfiyeli bir hitam bulamaz. “…okşadım seni.”, “…okşadım seni.”, “…okşadım seni.” diye mırıldanarak odada dolaşmakta, uygun kafiyeli söz aramaktadır. Zeki hanımı fırsatı değerlendirerek süfle verir: “…boşadım seni”
Káfiye sancısı tutmuş koca, “hah!” der, anında tekrarlar: “…boşadım seni”
Geldi káfiye, gitti Sâfiye!
Not: ESDE s.103’te “Káfiye-i se” ile ilgili bir başka telmih var. İkinci bir yazıyla bu telmihin hakĪkatini açıklama niyetindeyim inşâallah. Tevfik refik olursa.