Her insanın, elbette kendine ait bir düşüncesi, ayrı bir çıkarımı, farklı bir bakış açısı, başkaca bir değerlendirmesi olabilir, ve de olmalıdır..
Çünkü, insanlar, yaratılış itibariyle, tıpkı büyük bir fabrikanın seri üretimi gibi tek bir kalıptan, torna-tesviye misâli çıkmamışlar..
Cenâb-ı Hakk’ın “Fâtır”, hem de “Bedî’” isminin bir tezahürü/yansıması, hem de muktezası olarak, her biri diğerlerinden tamamen “ayrı” ve de “farklı” yaratılmışlar.
Üstâd Hazretleri, bu konuyla ilgili, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdaniyet’ine âit, göz önünde, en açık, herkesin görebileceği, cismanî bir delil olarak, Hz. Âdem’den ta Kıyâmet’e kadar gelecek şu milyarlarca insanların her birinin simasının, diğerlerinden onu ayırdedecek, ona has özellikte “farklı” bir yaratılışa sahip olduğuna şu nazar-ı dikkatimizi celbeder.
Buna, her insandaki şu parmak izi, hem de göz retinasının yine “farklı” yaratılmış olmasını da ilave edebiliriz ki, günümüzde “en güvenilir güvenlik kontrolleri” bu iki önemli özellik üzerinden yapılmaktadır.
Ayrıca, bu anlamda, aynı burcun insanlarının “Temel Karakter Özellikleri” -değerlendirmeler farklı olmakla birlikte- gözlemler sonucunda, belli bir oranda birbiriyle birebir örtüşse de, yine “Ferdî Özellikler”in ayrılığı/farklılığı bakımından konu, hem de değerlendirme “sonsuza” gitmektedir..
Üstad Hazretleri, Münâzarât’ında, “Azınlık Görüşü” olarak Türkçe’ye tercüme edebileceğimiz “Ekalliyet Kalan Kavl” kavramından bahseder. Bu görüşün, “hakikat”de, çerçevesi “sınırlı” ve o “kişiye özel” olduğunu, fakat kişinin ihmâl edip, o görüşünü ifade noktasında sınırlamayıp “genel geçer”miş gibi serbest bıraktığını, taraftarları ise, o söze, o görüşe yapışıp, onu “genel hüküm” şekline dönüştürdüklerini, “Taklit Ehli” olan avâmın da, bütün kuvvetiyle, o görüşün karşısındaki bütün diğer görüşlerin ortadan kaldırılmasına, yerle bir edilmesine çalıştıklarını nazarlarımıza arz eder.
Ve bu durumun, öyle bir hâl aldığını ki, çoğu zaman İslâmiyet Güneşi’nin görünmesinin önünde, ışığının bize ulaşmasında “zararlı bir bulut” teşkil ettiğini, yağmuru vermediği gibi İslâmiyet Güneşi’nin ışığının bize ulaşmasına mâni olduğuna dikkatlerimizi cezbeder.
Bütün Bâtıl Mezheplerin ortaya çıkışında bu sosyopsikolojik arka plânın olduğunu rahatlıkla müşahede edebiliriz. Şöyle ki, her bir bâtıl Mezhep’te, “ukde-yi hayatiye” hükmünde, onun istinat ettiği bir “hakikat”in muhakkak olduğunu, bulunduğunu, fakat inat, düşmanlık ve benzeri hâricî menfî sebeplerle o mezhebin İslâmiyet’in akîde ve muhkemâtından ayrılıp “dalâlet” hesabına çalıştığını, neticelerine ve de eserlerine bu “dâne-yi hakikat”in çoğu zaman hükmedemediğini görüyoruz. İşte Mutezile, Cebriye, Şiâ, Hâriciyye ve diğerleri..
Özel dairede ise, bizim şu meşhur “Mutlak Vekillik” kavramı da tıpkı buna benzemektedir. Sözü nakleden şu en birinci şahıs, bu sözün “ekalliyette kalan kavl” kısmında olduğu gerçeğini -bilerek ya da bilmeyerek- göz ardı ederek ihmâl edip, ifadeyi bütün bütün serbest bıraktı, taraftarları, bağlıları da büyük bir gayretle, bu sözü tamim edip genelleştirdiler, umuma teşmil ettiler, işin içine biraz da başka garazlar, hem de maalesef ki, epey bir siyaset karıştı, mutaassıp olanlar da hızlarını alamayarak, bunun dışındaki, asıl şu çoğunluğu teşkil eden “sevâd-ı âzam” konumunda bulunan, diğer bütün sağlam, hem de mâkul görüşlerin, şu gâyet “tutarlı” anlayışların ortadan kaldırılmasına sâ’y ü gayret, hem de hizmet ettiler, maatteessüf hâlen de ediyorlar…
Fe’tebirû…(İbret alınız demektir)