Vefa, insanın iç dünyasındaki en yüce duygulardan biridir.
Sadakatin, kadirşinaslığın, insaniyetin kalbinde saklı nuranî bir cevherdir. Ancak bugün, bu kıymetli haslet ne yazık ki unutulmuş, garip kalmıştır. Yine de zamanın savrulmuşluğuna rağmen vefayı hâlâ yüreğinde taşıyanlar, ona sadakatle hizmet edenler var.
Bediüzzaman Hazretleri vefayı sadece anlatmamış, eserlerinde yaşamış; talebelerinde ise onu görmüştür. Mektuplarında sıkça “vefadar kardeşlerim” ve “vefadarâne alâka gösterenler” ifadeleriyle bu sadakati takdir etmiştir. Çünkü Nur hizmetinde vefa, bir hatıraya değil; hakikate ve davaya sadakattir.
Barla’daki Çınar: Vefanın gözyaşları
Tarihçe-i Hayat’ta geçen sahne, vefanın hem insanî hem kevnî boyutunu gözler önüne serer:
Barla’da sekiz yıl kaldıktan sonra Isparta’ya gönderilen Bediüzzaman, yıllar sonra Barla’ya döner. Talebelerinin bir kısmı onu karşılar. Fakat onu en çok etkileyen, mübarek çınar ağacıdır. Adeta eski bir dost gibi onu selâmlar; dallarıyla secde edercesine kavuşmanın şükrünü ifade eder.
Bediüzzaman, çınara sarılır, gözyaşlarına hâkim olamaz.
Kütüğün iniltisi: Bir vefa nümunesi
Bir başka vefa sahnesi de Asr-ı Saadet’te yaşanır. Resûl-i Ekrem (asm), hutbe verirken yaslandığı hurma kütüğü, yeni minber yapılınca terk edilir. Bunun üzerine kuru kütük, inlemeye başlar. Sahabe şaşkınlıkla bakarken, Efendimiz (asm) minberden iner, onu teselli eder ve şöyle buyurur: Eğer ona sarılmasaydım, sevgisinden dolayı çatlayacaktı.
Bu hadise, cansız bir varlıkta bile vefanın ne kadar latîf bir his olduğunu gösterir.
Bediüzzaman bu sahneyi şöyle yorumlar: “Eğer o direk, şuursuz bir kütük değil, Resûl-i Ekrem’e (asm) iman etmiş bir insan olsaydı, elbette derdi ki ‘Yâ Resûlallah! Sen minbere çıksan da, ben burada kalamam. Seninle birlikte urûc edeceğim.’” (Mektubat, 19. Mektup)
Bu zamanın vefası nasıl olmalı?
Zaman, vefanın azaldığı, menfaatin öne çıktığı bir devirdir. Ancak bu karanlık çağda bile, yıldızlar gibi parlayan vefadarlar vardır. Çünkü vefa, yalnız geçmişi hatırlamak değil; bir hakikate, bir dosta, bir davaya sadık kalmaktır.
Bediüzzaman, vefayı sadece dava ekseninde değil, aile hayatında da önemli bir esas olarak görür. Şöyle der: “Aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârâne merhamet ile olabilir.” (Lem’alar, 24. Lem’a)
Bu ifade, vefanın yalnızca sosyal bir meziyet değil; aynı zamanda imanî bir duruş, bir kulluk ahlâkı olduğunu da ortaya koyar. Vefalı olmak; Üstad’a, Kur’ân’a, hakikate ve dava kardeşliğine sadakatle bağlı kalmaktır.
Vefakârâne hizmete davet
Bugün en büyük vefasızlık, hakikate sırt çevirmektir. En büyük vefa ise Allah’a, Resûlullah’a, Kur’ân’a, ehl-i imana ve sahih kardeşliğe sadık kalmaktır. Bediüzzaman’a vefa, Risale-i Nur’un hakikatleriyle yaşamak ve yaşatmaktır.
Son Söz: Kalpte yaşayan bir hakikat
Vefa, zamanın unutulmuş bir hasleti değil; kalbin taşıdığı diri bir hakikattir. Hatırlayanlar için bâkî, yaşayanlar için yücedir. Gel, bu zamanda sen vefayı hatırlat. Çünkü vefa, unutanlar içinde hatırlayan bir yürek olabilmektir.