“O müminler ki, gerçekten felah buldular. Onlar ki, namazlarında huşû içerisindedirler. O kimseler ki, boş ve de faydasız şeylerden yüz çevirip uzak dururlar. Onlar ki, zekâtlarını vermekte devam üzeredirler. O kimseler ki, mahrem yerlerini eşleri ve de câriyeleri dışında haramdan korurlar. Onlar, bu yaptıklarından dolayı yerilip suçlacanak da değillerdir. Bunun dışında kalanlar ise, işte, onlar haddi aşmış kimselerdir. O müminler ki, emanetleri gerçek sahibine teslim ederler, verdikleri sözlerinde caymaz, ahdlerini yerine getirirler. O kimseler ki, namazlarının takipçisi olmakla onda devam üzerindedirler. İşte, onlar, Firdevs’in vârisleridir ki, o Cennet’te ebedî kalacaklardır...”
Mü’mimûn Sûresi, 1-11
***
Bir denge, bir ölçü, çoğu zaman bir mümin olarak bir türlü tutturamadığımız.
Hukûkullah ve hukûk-u ibâd...
Birini yapsak da diğerini muhakkak, kesin eksik, yarım bıraktığımız...
O, uçurmaya çalıştığımız, uçabileceği iddiâsında olduğumuz, o tek kanatlı, garip, bir o kadar da acip, gülünç kuşumuz...
“Sâhil-i selâmeti” bulmakta kendimizi bir türlü zorladığımız, zorlandığımız...
***
Müminlerin “gerçek” sıfatları.
Ya da “gerçek” müminlerin taşıması gereken özellikleri...
***
Mümin iki görevle tavzif edilmişti.
Allah’a kulluk, bir de insanlara karşı adaletli, hakperst ve de dürüst olmak..
***
Allah’a karşı olan görev ve sorumluluklarımız belliydi..
Büyük günahları terk etmek, elinden geldiğince de küçüklerinden sakınmak...
Namaz, oruç, gücü yetebildiğinde hacc gibi...
Kullara, yani insanlara karşı olan sorumluluklarımız..
Verdiğimiz sözlerin takipçisi olmak, sözlerimizi yerine getirmek, onları aldatmamak, aşağılayıp yermemek, küçük görmemek...
Eğer yakın akrabamız ise, hürmette ve de hizmette kusur etmemek...
Eğer zengin isek, “verilmiş” malımızdaki “fakirin hakkını” unutmamak, yani zekâtını vermek, bu arada “ilmin zekâtını” da unutmadan...
Üstâd Hazretleri, konuyla alâkalı olarak, Mesnevî’sinde:
“İ’lem eyyühe’l-aziz!
İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mâl-i sâlihadır. Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukûk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukûkullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir...” diyordu.
***
Allah, kendisine karşı olan sorumlulukları yerine getirmeyenlerden “dilediklerini” affedebiliyordu.. Ama insanlara karşı olan sorumluluk ve de hakları affetmeyeceğini söylüyordu.
Tâ ki, hak sahibi hakkını alıncaya veya helâl edip affedinceye kadar..
Hatta bir hadîste, kendisi şehâdet mertebesini ihzâr etmiş, sekerât hâlinde, şehit olmaya o en yakın, fakat annesinin, hakkını kendisine helâl etmediği birisinin bile Cennet’e girmekte ne kadar zorlandığından bahsediliyordu...
Şimdi, yukarıdaki âyet meâllerine tekrar, “dikkatlice” bir göz gezdirerek, önce kendimize, sonra da etrafımıza şöylece bir bakalım.
Kendimizi “gerçek” Müslüman olarak tanımlayan bizler, acaba kaçımız, “Zü’l Cenâheyn”, yani şu “çift kanatlı” olarak sağlıklı bir biçimde “rahatça” uçabiliyorduk?..