"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Avrupa’da İslâmın tanıtılması gurbetçiler sayesinde oldu

19 Eylül 2018, Çarşamba
Kemalist ihtilâlcilerin Türkiye’de dinî cemaatleri parçalamak üzere kullandıkları fitneler Avrupa’da da kullanıldı.

Müslümanların Avrupa’daki teşkilâtlanma tarihçeleri hakkında kısa bir bilgilenme ile sohbetimize başlayalım mı?

Memnuniyetle... Teşkilâtlanmaların tarihçelerini detaylıca bilemiyorum... Osmanlı’nın Berlin Büyükelçisi Muhammed Nafi Çelebi’yle birlikte, yazılı bir tarihçe elimizde var. Yine Osmanlı arşivlerinde, Almanlarla Müslüman Tatarlar arasındaki askerî münasebetleri belgeleyen geniş bir doküman var. Almanya’nın I. Dünya Savaşı sırasında saflarında topladığı Müslüman Tatarlar’ın, bilhassa Almanya’daki tarihçedeki önemli yerini unutmamalıyız. Tarihî belgelerde ve hatta müzelerde, bu detayları görebiliyoruz.

Osmanlı’nın hem Berlin ve hem de Paris’deki mülkleri üzerinde, oradaki Müslümanların dinî faaliyette bulunduklarını biliyoruz.

Avrupa İslâm’ının, Endülüs ile başladığını nazardan kaçırmayarak, bu tarihçeyi takip etmekte fayda var. Endülüs’ten önce, Kuzey Afrika’dan Sicilya’ya yerleşen ve orada meşhur Palermo medeniyetini kuran hareketin içinde sahabilerin de olduğu, tarihçilerce söyleniyor.

Yaklaşık iki yüz sene süren bu medeniyetin varlığından hareketle; Arnavutlarla Boşnakların, kısmen bu dönemde Müslüman olduklarını iddia edenlere hak vermemiz gerekiyor.

Avrupa’daki Müslümanların mescid kurmaları, dernekleşmeleri ve demokrasiden istifade ile küçük küçük faaliyetlerde bulunmaları, daha çok Türkiye’nin çok partili döneme geçmesinden sonraki zamanlara dayanıyor. Devletin resmî olarak Almanya’ya eğitim, staj veya akademik çalışmalar için öğrenci göndermeye başladığı bu zamanlar, bilhassa üniversite çevrelerinde hareketlenmenin başladığı dönemlerdir. Bu dönemde, felsefe tahsili yapmakta olan, Bediüzzaman’ın talebelerinden Muhsin Alev’in (Abdulmuhsin El-Konevi) Berlin’den Üstad’a gönderdiği haberler ve mektuplar, Tarihçe-i Hayat’ta yer almaktadır. Üniversite mescidindeki konferanslar, Zülfikar Mecmuası ile ilgili haberler, v.s.

Esas hareketin Türk işçileriyle başladığını söyleyebilir miyiz?

Bu zamana kadarki hareketlerin, daha çok başşehirlerde veya belli merkezlerde olduğunu kabul ettiğimizde, yaygınlaşmanın Türk işçileriyle başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. 1962 işçi anlaşmasıyla da büyük bir hareketlilik hemen görülmez. Asıl yoğunluk, 1968’lerden sonra başlıyor. Anadolu’dan direkt fabrikalara, köylere ve kasabalara gelen binlerce insan, inanç ve kültür olarak varlıklarını buralarda hissettiriyorlar... Meselâ bayram namazı ve Cuma namazı kılacaklar. Alman yetkililer yardımcı oluyorlar... Kiliselerde, spor salonlarında veya fabrikaların kapalı alanlarında bu toplu ibadetler yapılıyor. Kendim, görevli gittiğim Ahlen şehrinde, bir iki defa bayram namazını büyük bir spor salonunda kılmıştım...

Fakat bütün bu lokal hareketlenmeler, Müslümanlar’ın Avrupa’yı vatan edinmelerinin tam başlangıcı olamıyor. İşçi yurtlarındaki mescidler, Kilise veya salonlardaki toplu ibadetlerimiz, bizi o dönemde “misafir işçiler” statüsünden çıkaramamıştı. 1980’lere gelirken, bir çok işçimiz ailelerini de Avrupa’ya getirince; ciddî ciddî mekân arayışları, eğitim için faaliyetler, sosyal ihtiyaç yerlerini kurma faaliyetleri beraberinde başlıyor.

Bakınız, yarım asrı geçmiş bir süreç... Misafirlerini kırmak istemeyen Avrupa; kanun, nizam ve yönetmelik olmadığı halde, kendilerince kuralsız bir yapılanma ve eğitime göz yummuşlar. Henüz resmî camiler yokken veya camilerin hangi şartlarda ve hangi konseptlerde açılması yazılıp çizilmemişken... Burası çok önemlidir. Sizin dininizden olmayanlar ve kültürünüze yabancı insanlar... Siz Anadolu’da onlara düşman nazarıyla bakıyorsunuz. Haçlı, vs. diyorsunuz... Fakat onlar, dininizi yaşamanız için kilise ve salonlarını size açıyorlar... Bu noktaların iyi anlaşılması için, Bediüzzaman’ın Avrupa tahlillerini dikkatlice okumalıyız, kanaatindeyim. Bu tarihî sürecin bilgi, tarih ve belgelerine bugünkü çocuklarımızın ihtiyaçları olduğunu da vurgulayalım.

Bu dönemde buralarda camiler nasıl açılıyor, kimler açıyor veya organize ediyorlar... Kısa bir bilgi alabilir miyiz?

Elbette... İnananlar ve inandıklarını yaşamak isteyen Müslümanlar işçiler... Beş vakit namazını kılmak isteyenler, yurt idaresine müracaat ediyorlar. Almanlar bunu fıtrî bir ihtiyaç olarak görmüşler. Bu insanlar fedakâr insanlar. Masraflardan kaçınmıyorlar. Sonra aralarında Kur’ân bilenler çıkıyor. Bilenler bilmeyenlere öğretiyorlar. Anadolu’dan buraya dinî bilgilerden mahrum gidip, oradan bir din görevlisi kadar Kur’ân ve ilmihal bilgilerini öğrenmiş on bine yakın insanımızın olduğunu düşünüyorum. Aileleri Türkiye’de olan bu işçilere, yurtların altındaki mescidlerin birer medrese vazifesi yaptığına çok şahit olduk.

Esasında, Müslüman Türk işçilerinin Avrupa’daki dini faaliyetlerinin tarihçeleri ve burada yaşadıkları sosyolojik değişimler, araştırmalar gerektirecek önemdedir. 1970’ li yıllardan başlayarak, bu çalışmanın kahramanları henüz hayatta iken—bir kısmı—, bire bir onlarla görüşülerek belgeseller, kronolojik tarihçeler ve günümüz nesillerinin ibret alacağı hadiselerin bir çok boyutta istikbale aktarılması gerçekleştirilebilinir. Kemalist reflekslerle bu tip çalışmalara, bu güne kadar mesafeli duran “Diyanetimiz”den bunu beklemek, işin neticesiz kalacağını peşinen kabullenmek anlamına gelir. Belki de “dinî cemaatler” Avrupa’daki kendi tarihçelerini yazmalıdırlar. Diyanet de dolaylı olarak, böyle bir çalışmaya mecbur kalır.

Neden dinî cemaatler?

Yukarıda arz ettim... İtikadı düzgün ve dinlerini yaşamak isteyenler küçük küçük faaliyetlerle bu işe başlayınca, Türkiye’de kökleri bulunan “dinî cemaatler” de yavaş yavaş sahadaki yerlerini almışlar. İlk olarak her zaman olduğu gibi Nur Talebeleri... Sonra Süleymancılar… Sonra Millî Görüşçüler ve nihayet dindar milliyetçiler. Devletimizin dinî hizmetler için resmen Avrupa’ya gelişi, merhum Süleyman Demirel’in gayretleriyledir. Diyanet’in halkın arasına inişi 1979’larda Köln’e tayin edilen (Bonn’a) müşavirlikle başlar. Çok iyi niyetle başlayan bu çalışmanın 12 Eylül ihtilâliyle yön değiştirdiğini, Avrupa’daki Müslümanların arasına zaman zaman nifak atarak, buradaki cemaatlerin ayrışma ile birbirilerinden uzaklaşmasında, kısmen kullanılmıştır. İslâmiyetin kerih gördüğü hareketler, faaliyetler, şen’i gıybetlerle buradaki insanlarımız travmalar yaşamıştır, bu vesileyle...

Dinî cemaatler meselesine biraz açıklık getirsek...

1979’dan önce, dernekler veya sivil inisiyatifler aracılığıyla teşkilâtlanan Müslümanların (Türkiye Müslümanları) kökleri olan Anadolu’daki dinî cemaatlerin renk, motif ve desenleriyle bezenmeleri, fıtratın gereği idi. 1979’da T.C. hükümeti, buradaki Müslümanların işlerine yardımcı olmak maksadıyla müşavirlik kuruyor. Çeşitli yöntemlerle buradaki Müslümanların imam ve Kur’ân kursu öğretmeni ihtiyacını gidermeye çalışıyor.

1980 12 Eylül’ünden sonra, Diyanet işlerinin Köln’de kurduğu (1985) DİTİB ile yavaş yavaş dinde tekelleşmeye gittiğine şahit oluyoruz. İhtilâlin üslûp ve renklerini Avrupa’ya taşıyan Diyanet’in, kuvvet buldukça diğer dinî cemaatleri dışlayacak bu sürecinde; AB’deki Müslümanları dinen ilerlemekten, ittifaktan maalesef mahrum bırakacak faaliyetlerde bulunduğunu, rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

Tekelcilik, Kemalizme karşı koyanı devlet düşmanı, sair dinî cemaatlerle münasebeti yasaklayan bir üslûp vardı, o zamanlarda. Dernek idarecilerince gizliden gizliye Kemalizm muhabbeti yapılırken, camilere M. Kemal resimlerini astırtmıştı, Diyanet... Elbette ki, Kemalist ve millî değerlerimizden habersizce yaşayan hariciyemizin burada büyük etkisi vardı. Bin bir fedakârlık ve gayretle cami binaları satın alan takva sahibi dindarlarımızın, bu camilerin organizelerinden uzaklaştırılışı, bu tarihin en mahzun sayfalarından sayılır.

Bu acılı ve sancılı sürecin 1990’lı yıllara kadar devam ettiğine bizzat şahit olanlardanım. Bu arada, binlerce Müslümanın millî hislerle DİTİB camilerinin etrafında toplanmalarını, binlerce binayı satın alarak cami ve Kur’ân kursu olarak faaliyete geçirmelerini, bu sürecin müsbet bir çalışması olarak değerlendirebiliriz.

AB içinde, İslâmî eğitime, tarihî geleneklerinin müsaadesiyle, imkân veren Avusturya ve Belçika’nın dışındaki ülkelerde Müslüman çocuklara, hükümetlerin tolerans gösterdiklerini yukarıda söylemiştik. Almanya gibi yoğun bir İslâm nüfusuna sahip ülke ise misafireten kabul ettiği işçilerin çocuklarının ana dillerini unutmamaları çerçevesinde, “anadilleri tamamlama dersleri” formatında, hem Balkan kökenli, hem Arap ve hem de Türk’lere kendi dillerinde eğitim imkânı da sunmuştu. Giderlerinin tamamının devlet tarafından sağlandığı bu eğitimde, zamanla din derslerinin de yer aldığını söyleyebiliriz.

Yalnız Almanya bir öngörü ile bilhassa Kuzey Ren eyaletinde, Müslümanların bu topraklarda kalıcı olduğunu anladı ve hâlâ tamamlayamadığı bir müfredat çalışmasına, yıllar önce başladı.

Daha sonraki aşamalarda Protestan ve Katolik din dersleriyle paralel olarak, Müslüman çocuklara “din dersleri” de verilmeye başlandı. Örnek okullarda başlayan çalışmanın; eleman ve katılıma göre devam ettirildiğini biliyoruz.

Haklı olarak AB ülkeleri, din eğitiminin, kendi dillerinde verilmesini istiyorlar. Fakat temel insan hakları ve hürriyetleri çerçevesinde düşündüğümüzde; şayet bir grup yalnızca bir dili istiyor ve yeterli sayıda talebe de bulunuyorsa; her halükârda okulda din eğitiminin ana dilde de verilmesi bir zarurettir.

AB içindeki bazı ülkeler, basit çerçevede özel eğitime imkân tanırlarken; (Hollanda, İngiltere ve kısmen Fransa) çoğu ülkelerde din eğitimine, yaygın eğitimin müfredatı içinde devam edildiğini müşahede ediyoruz. Daha çok gözetim altında tutulan özel okullardaki eğitimin çok da faydalı olduğunu söyleyemiyoruz. Zira çoğu kez, dernek statüsündeki özel eğitim organizatörleri, devletin imkânlarıyla rekabet edemediklerinden, yetiştirdikleri öğrencilerin istikballeri, akademik olarak çok da parlak olamayabiliyor.

12 Eylül dediniz... Orada da tesirini gösterdi mi?

Hedefiniz münafıklık olunca, Avustralya’daki insanlar da zarar görecektir... Kemalizmin mahiyeti nifak... İnsanları birbirine düşman etmek. Toplumu kontrol hevesiyle, dinî cemaatleri “devlet düşmanı” olarak konsolosluklar aracılığıyla devlete bildirmenin “vatana hizmet” olarak telâkki ettirildiği dönemlerdir, bunlar. Çok ilginçtir ki, Türkiye Kemalistleri, Avrupa içinden en az kendileri kadar İslâm’a ve insanî değerlere düşman, ittifak edebilecekleri kişi ve gruplar bulmuşlardı.

12 Eylül’den günümüze doğru, Avrupa’da İslâm aleyhine cereyan eden hadiseleri araştırdığınızda, Kemalistlerin bu dehşetli çalışmalarda başrolde çalıştıklarına şahit olacaksınız...

Meselâ...

Çok olaylar var... Cemaleddin Kaplan hadisesini hatırlayalım... İhtilâl konseyi, sırf buradaki hürriyetleri bulandırmak ve dindarları “Humeynici” göstermek için, Köln’de Cemaleddin Hoca’ya “tiyatro” oynatmışlardır... Tahta kılıç, tüfek ve sancaklarla yapılan müsamereyi, devletimiz dolaylı olarak yaptırıyordu. Çekim için özel olarak Evren’in gazetecileri bir gün önceden yerlerini alıyorlardı... Arşivlere bakabilirsiniz... Avrupa’daki Türk orjinli Müslümanların Humeyni veya İran ile hiçbir alâkası olmadığı halde, ihtilâlci başı, merhum Kaplan’ın kasetlerini eline alarak Türkiye’yi meydan meydan dolaşacaktı. 

Toplumda, sevilen insanları itibarsızlaştırmak üzere, o zamanlarda “Humeynici” damgası kullanılıyordu...

Kemalist ihtilâlcilerin Türkiye’de dinî cemaatleri parçalamak üzere kullandıkları fitneler burada da kullanıldı. Meselâ, halkın sevdiği, İslâm Kültür Merkezlerinde (Süleymancılar) çalışan bir hoca vardı: Harun Reşit Tüylüoğlu... Bir çok iftira ile hocayı saha dışına fırlattılar... Süleymancılar, Nurcular ve Millî Görüşçüler burada parçalanıyordu. Uzun hikâyeler... Bu nifağı inceden inceye örenler, elbette İslâmiyet’e derinden düşman münafık Kemalistlerdi.

Bir de Salman Rüştü hadisesi vardı...

Doğrudur... Mesele, Humeyni meselesi... İçimizdeki fitneyi tüm Avrupa düzeyine yayarak, İslâmiyet aleyhine kamuoyu oluşturmak. Elbette ki; Humeyni de burada rol alıyordu. İslâm Devrimini ihraç etme günleri... Salman Rüştü denilen bir münafık hakkında “ölüm fetvası” vermişti. II. Avrupalılar da bunu istismar ederek, burada din aleyhinde yazıp çiziyorlardı... Dindeki geleneksel “fetvayı” da bu şekilde itibarsızlaştırıyorlardı. Yalnızca Rüştü olayı ile yetinmediler... Bangladeş’li Teslime Nesrin, Mogadişulu Alia Hırsi veya Betty Mahmody gibi daha çok konu mankenleriyle buradaki Müslüman’a saldırıyorlardı, II. Avrupalılar.

Burada bir ayrıntıyı arz etmek istiyorum... II. Avrupalılar o günlerde aleni bir biçimde İslâm’a veya Kur’ân’a saldıramıyorlardı. Belki de bugünlerdeki kuvvetlerine ulaşamamışlardı. O günlerde; Müslümanların aleyhine konuşmak istediklerinde, ya Türkleri veya yabancıları siper alıyorlardı. Türk düşmanlığını devamlı kullanan gazete ve yazarlar vardı, Almanya’da... Türklerin Anadolu’ya dönmeleri istikametinde kampanyalar, ekonomik progamlar ve kamuoyu çalışmaları yapılıyordu. Paralı iş çıkışlarından tutunuz, evlerini yakarak onları korkutmalara kadar. Bu süreçte Almanya Müslümanlarını üzen hadiseler, iki Almanya’nın yeniden birleşmesini kansız gerçekleşmesinde önemli rolü olan Helmut Kohl’ü mahkûm edecektir, kanaatindeyiz. Zira İslâm aleyhindeki tüm programlarda, onun zımnî bir desteği vardı. Ve bunu hiçbir zaman inkâr etmedi... Tıpkı halefi Angela Merkel gibi...

Henüz yakmalar yoktu. Almanya’daki bir seyahatimde, Doğu Almanya radyosu, Almanların Türkleri yakacağından bahsediyordu... Tıpkı Yahudileri yaktıkları gibi. Yani, günümüzdeki terör hareketleri gibi önceden planlanmıştı: Bir Solingen faciası, Möll’deki yangınlar ve sonra Mannheim... IŞİD’in o günlerdeki versiyonlarıdır, bunlar. Charlie Hebdo veya diğer Paris cinayetlerini işleyenler bu gün sırra kadem bastıkları gibi, Türkleri evlerinde canlı canlı yakanlar da yakalanmadılar. Fakat Müslüman Türkler’in fedakârlıkları ve gayretleri bütün o oyunları bozdu. Almanlarla Müslümanların arasına kalıcı bir düşmanlık koyamadılar, Kemalistlerle II. Avrupalılar.

*Papa’nın vuruluş hadisesi var, o zamanlarda...

Papa Johannes Paul’u Roma’da M. Ali Ağca’ya vurdurtma hadisesi... Biraz daha global bir terör ve tedhiş hareketi... Abdi İpekçi’yi neden vurdurdukları da tam belli değil. Yalnızca dehşetli ihtilalin bir parçası mı? Fakat Papa’yı bir Türk’e vurdurmanın hedefi belli... Demirperde’nin parçalanmasını, hak ve hürriyetlerin Batı Avrupa’dan Çin Seddine yayılmasına sebep birisi; Troçkist II. Avrupalılar için elbette hedef olacaktı. Ve bu zamanda, global dinsizlik ve anarşiye karşı ittifak kurarak dünya barışını sağlayacak Müslümanlarla Hıristiyanların arasını açmak, AB karşıtlarının en büyük sitratejisiydi. Bildiğiniz gibi, buradan da umduklarını bulamadılar... Papa’nın “barışı devam ettirme ve demokrasiyi inşa gayreti,” tahripkâr cereyanın şerrini daralttı.

*Avrupa’da da bir zamanlar, tesettür düşmanlığı yapılıyordu. Bizdeki Kemalistlerle ortaklaşa...

Avrupa’daki demokrasi uygulamaları, bildiğiniz gibi farklıdır. İngiltere’de dinî sembollere ve hayata pek karışılmaz. Müslümanlara, Almanya’daki gibi imkân verilmediği halde, temel haklarda eskiden beri hürriyetçidir, Londra... Paris’i biliyorsunuz. Laikliğin din karşıtlığı olarak anlaşıldığı ve kısmen uygulandığı bir yer... Düzelmeler var, fakat yavaşça seyrediyor. Almanya, Kemalistlerin buradaki yoğun çalışmalarından dolayı, dinî hürriyetlerde gel-gitleri yaşıyor.

Okullardaki öğretmenlerin tesettürüne itiraz etmişti, devlet... Bunun Kohl ve devamı sayılan Merkel’le alâkası kuvvetlidir. Kendilerine Hıristiyan ismini takan bu partinin Almanya’daki temel din özgürlüklerine ve hatta kiliseye zararı, komünistlerden fazla dokunmuştur, diyebiliriz. Zira münafıkane hareket ediyorlar, bu Neoliberal kimlikli siyasetçiler...

Meselâ kamuoyunu uzun süre, Fereşta Ludin meselesiyle meşgul edebilmişlerdi. Tarihin yüz kızartıcı hadiseleri arasında yer alacak, öğretmenlerin tesettür meselesinin de, Türkiye’den ithal edildiğine inanıyoruz. Zira o günlerde Türkiye Kemalistleri, ulusalcılık maskesi altında millî ve dinî değerlerimize saldırıyorlardı. Gördüğünüz gibi, hepsi geride kaldı. Bu defa; Amerikalı Neocon’lardan tam destek alan II. Avrupalılar 11 Eylül üzerinden İslâm’a savaş açtılar.

*11 Eylül’ün Avrupa’daki Müslümanlar üzerinde, menfi bir tesiri oldu mu?

Avrupa ile Amerika’nın halleri “bileşik su kapları” gibidir. Amerika’nın aldığı kararlardan kıta Avrupa’sı etkilenir. Evvelâ iktidarlarda meydana gelen değişiklik dikkati çekiyor. Rasmussen, Sarkozy, Berlusconi ve Merkel gibi, siyasetleri semavî dinlere karşı ve temel insanî ahlâk ve değerleri tartışmaya açan devlet idarecileri öne çıktılar. İslâmiyet bütünüyle tartışmaya açıldı. Peygamberimizin aleyhine çizilen karikatürler... İslâmiyet’in mahrem, gayr-ı mahrem her meselesinin uluorta tartışıldığı bir ortamın, bizim için hoş bir atmosfer olmadığını biliyorsunuz.

Bize şer görünen her şey elbette şer değildir. Bu küresel ihtilâalin Avrupa İslâm’ına getirdiği güzellikler de var. Evvelâ, Avrupalı entellektüelin İslâm’ı hummalı bir şekilde araştırmasına yol açtı, bu haksız hücumlar. Her gün gazeteler, tv.ler veya elektronik medya üzerinden İslâmiyeti detaylıca anlatan yazılar, programlar ve haberler de yayınlandı. Arşivlere girdiğimizde, hakperest Avrupalıların, Müslümanlardan daha çok İslâmiyeti bu kıtada müdafaa ettiklerine şahit olacaksınız.

11 Eylül ihtilkalinin bir parçası olan “Arap Baharı” felâketiyle birlikte, AB’nin millî sınırlar içinde yeni tedbirlere baş vurduğunu görüyoruz. Çoğu devleler, milli dillerinde “İslâm Kürsüleri” açtılar. İslâmiyetin doğruca anlaşılması istikametinde çalışmalara yöneldiler... Selefilik belâsını kullanan II. Avrupa, AB ülkelerine, ithal İslâm’ı bir nevi yasaklattırdı... Artık İslâmiyetin bir Avrupa dini olduğunu, Avrupa’da eğitim kurumları açmaya başladığını ve bu birliğin barışını bozmayacak şekilde çocuklarına dinî eğitim vermeğe başladığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

*İslâmiyetin Avrupa’da resmen kurumsallaşmasından bahsedebilir miyiz?

Kurumsallaşmaya mecburdur. Madem ki, II. Avrupa İslâmiyeti terörist ilân etti... Haşa Kur’ân’a terör kitabı dedi. İslâm ahlâkını kendi medeniyetiyle uyuşmaz gösterdi... Bolşevik ahlâkını “Avrupa değerleri” olarak dünyaya tanıtmaya çalıştı. Müslümanları, demokrasiyi anlamaz gösterip, İslâmiyetin demokrasiyle uyuşmayacağını yaymaya çalıştılar... Daha doğrusu tüm bu yalanlar üzerinde bir dünya savaşı başlatmak istediler. Elbette barışı isteyen semavî dinler cenahı, onların bu felâketlerine karşı tedbir alacaklardır. IŞİD, Selefilik, Boko Haram, PKK veya El-Kaide gibi isimler altında kendi elleriyle kurdukları terör örgütleriyle Avrupa’yı yakmak istiyorlar. İster-istemez onların hedef aldıkları bir din veya hayat biçimi, birinci derecede devletlerin dikkatlerini çekecek ve bu dinin doğru anlaşılmasına çalışılacaktır. Hemen hemen bütün AB ülkeleri siyasî ve ilmi seviyelerde heyetler kurmuşlar ve buradaki Müslümanlarla istişarelerde bulunuyorlar. Gönül arzu ederdi ki, başta Türkiye olmak üzere bazı İslâm ülkeleri şu meselelerde AB ye yardımcı olabilselerdi.

Artık tüm Avrupa ülkeleri, imkânları nisbetinde, kendi üniversitelerinden mezun öğretmenlerle Müslüman çocuklarını eğitmek istiyorlar. Yakın bir zamanda, dinî cemaatler STK’lar tarzından çıkarılıp, onlara idareye yardımcı olmaları sağlanacak... Bu da, bizim demokrasiyi yeterince anlamamız ve hazmetmemizle doğru orantılı olacaktır. Arap Baharı felâketinden kaçan Arapların da zaman içinde büyük bir yekün teşkil etmeleri, millî devletleri ister-istemez “doğru İslâm” çizgisine çekecektir. II. Avrupalıların, reform, ılımlı İslâm, Türk veya Avrupa İslâm’ı yaklaşımlarının tamamen safsata olduğu da artık kamuoyunca anlaşılmaya başlandı. Dinî cemaatlerin malî kaynaklarının şeffaflaştırılması, buradaki Müslümanlar üzerindeki baskıyı azaltıp, demokratik çerçevedeki çalışmalarına hız kazandıracaktır.

*Bu arada on binlerce Almanın topluca İslâm’a girdikleri yazıldı... Pier Vogel gibi isimler öne çıktı. Bu mesele hakkında biraz bilgi verseniz...

11 Eylül’den sonra, kapalı devre bilgilendirmeler, kamuoyu teşkil ettirilmeler, Müslümanları sıkıntıya sokacak provakasyonlar, masa başı dezenformasyon gazetecilik, vs... İşin içine istihbarat örgütleri girince, meseleler tamamen siyasallaşıyor. Olaylar hâkim güçlerin akıntısına kaptırılıyor. Bu karanlık ve kaos üreten zamanlardan, Avrupa Müslümanları sorumlu olmadıkları gibi, olaylar hakkında doğru bilgileri de yoktur. Bazı camilerde, Alman veya Balkan kökenli olduklarını tahmin edebileceğiniz çok insanlarla karşılaşıyorsunuz. Camiye Müslümanım, deyip girene yasak mı koyacaksınız... Onları araştırmak ise polisin işi... Burada bize düşen, kanunî çerçevede çalışmamız ve polisin çalışmalarına engel olmamamız. Bir çok yerde, birden bire ortaya çıkan bir çok mescit veya toplanma yerlerinden bahsedenler var. Kaynağı bizce belli olmayan milyonlarca euroyu sokakta harcayanlar da oldu. Dediğimiz gibi, bu vazife resmî yetkililere ait. Müslümanlar adına burada bir yanlışta bulunanlara, önce polis ve devlet müdahale etmeli... Yarım asırdır, Avrupa’da entegrasyonu gerçekleştirerek, kanun nizama uyarak İslâm’ı belli bir yere getirmiş Müslümanlar hakkında su-i zanda bulunmak, önce Avrupa’daki emniyet güçlerine zarar verir.

*Selefîlik adı altında, Avrupa’lıları İslâm’ın aleyhine geçirme hareketleri...

Hakikati uzun süre gizlemek mümkün değildir. Elimizdeki birçok pozitifin, Neoliberallerin negatif saldırılarından elde ettiğimizi yukarda arz ettim. Yani onlar aleyhimizde çalıştıkça, İslâm’ın hakikati daha çok ortaya çıkıyor. Önemli olan husus, buradaki Müslümanların, İslâma zarar verecek hareketlerden kaçınmaları, menfi anlaşılacak beyanlarda bulunmamaları veya komşuluk ilişkilerini dinimizin emrettiği şekilde düzenlemeleridir.

*Neoliberallerden bahsettiniz. Bu konuyu azıcık açar mısınız?

Bir taraftan felsefeyi, öte yandan ekonomiyi yakından ilgilendiren ve beri taraftan insanî temel değerler ve bilhassa semavî ahlâkla çelişen bir düşünce, bir hareket veya bir cereyan... İsteyen istediği pencereden bakıp, yorumluyor. Özünde Marksist olan Karl Popper’in komünizmle kapitalizmi aynı teknede yoğurduğu bir ideoloji de diyebiliriz. Sermayeyi, liberal ekonomi ile toplayıp, topluma o sermaye ile çeki düzen vermek... Popper bu yaklaşımını “Açık Toplum” olarak sloganlaştıracaktı. Düşüncelerini önce Margret Tatcher ve Ronald Reagen aracılığıyla pratize eden Popper’ın yoldaşları daha çok banka ve fonlarıyla Londra’yı üs edindiler. Günümüzde Çekirge ve Köpek Balıkları olarak isimlendirilen bu fonlarla, savaşlarla elde edilmeyecek kadar fazla ganimetler edinen Neoliberallerin; Uzakdoğu, Rusya, İngiltere ve bir çok Avrupa ülkesinde yaptıkları tahribatlara karşı, AB aktif tedbirler almaya başladı... 11 Eylül sonrasında aktif biçimde Neoconlara yardım eden bu sivil devrimcilerin; Kırgızistan, Gürcistan, Belgrat ve Ukrayna’da rejim değişikliklerine sebep olduğunu biliyoruz. Bilhassa milyarlarca dolarla dönen sanal STK’larla kurulu düzenlere saldırısıyla Neoliberaller, günümüzde bir çok zayıf idarenin korkulu rüyası haline gelmişlerdir. Almanya’da bilhassa Helmut Kohl ile başlayıp Merkel ile devam eden süreçteki faaliyetleri, yeniden araştırılmalıdır, kanaatindeyiz.

Toplumun genel ahlâkındaki tahribatlarına karşı Avrupa Kilisesi kendisine göre tedbirler almaya çalışıyor: Kürtaj, eşcinsel nikâh, fuhuş, kutsalları itibarsızlaştırma, toplumu fukaralaştırma, köle işçilik vs... Neoliberallerin en büyük zararları daha çok demokrasilere ve temel insanî değerlere oluyor... On milyarlarca doların Zuckerberg ve Soros gibi gayr-ı meşru yollarla zengin ettirilmiş kişilerce bu yıkıcı fonlara aktarıldığını gazetelerde okuduğunuzda, tehlikenin boyutlarını az çok kestirebiliyorsunuz.

*Devletler nasıl tedbirler alıyorlar?

AB ülkeleri geçen krizlerden dersler çıkararak bankacılık sisteminde yeni düzenlemelere gittiler. Başı boş fonlara zaten müsaade etmiyorlardı. Neoliberallerin bir hedefinin de “Avrupa sosyal devlet sistemini” çökertme olduğunu biliyorlar... Almanya gibi, dünü ihtişamlı olan bir ülkede, vatandaşları bu gün çöplükten bira şişeleri topluyorsa, mutlaka bunun ekonomik bir izahı olmalıydı... Taşeron firmaların köleleri haline getirilmiş insanın onurunu kurtarmak, elbette devletlerin işi olsa gerek. Liberalliği istismar eden bu demokrasi düşmanı hareketin, AB’de yeni tahribatları gerçekleştirmemsi için, devletlerin milli refleksleri de harekete geçiyor. Neoliberaller bu millî refleksleri bahane ederek, toplumun dağılma tehlikesinde olduğunu iddia ediyorlar. AB’ye tarihî, ekonomik, demokratik ve global pencerelerden bakanlar, doğruyu daha çabuk görebiliyorlar.

*Avrupa’daki mülteci krizinin mahiyeti hakkında birkaç bilgi alalım...

Bize göre mülteci krizi de, Neocon’ların BOP çerçevesinde planladıkları bir detaydı. Yıllar önce, Neocon yazar Daniel Pipes’in kaleme aldığı bir yazı vardı: Euroarabia... Elektronik medyada her zaman bulabileceğiniz bir yazı. Arap Baharı’nda Neocon’lara yardımcı olmuş Neoliberallerin sırtında yürüdü, mülteci krizi. AB ile İslâm dünyasını karşı karşıya getirmek üzere George Soros’un finanse ettiği sivil-toplum kuruluşları hem Suriye’den, hem de Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya mülteci taşıdılar. Soros’un; AB her sene bir milyon ilticacı almak zorundadır, sözünün manası, AB’yi mültecileri bahane ile çökertmek... Devletleri, siyasî partileri ve kurumlarını güçsüzleştirmek ve itibarsızlaştırmak...

Bu arada, mülteciler meselesinde bayan Merkel’in Soros’la işbirliği yaptığını da bir kenara yazalım. Soros ile Merkel’i bağlayan kuruluşun başındaki adamın, neoliberallerce getirildiğini gazeteler yazmıştı.

*Almanya’daki PEGİDA hareketi de mülteci kriziyle ilgili ortaya çıkmıştı.

Yukarda arz etmiştim. İtibarsızlaştırarak düzeni bozmak, neoliberal devrimin metodudur. Günümüzde, Avrupa’nın 150-200 senelik partileri, büyük kan kaybına uğramışlardır. Halkın ancak yüzde elli-altmışı geleneksel partilere rey veriyor. Gerisi ise, tepkiye dayalı hareketlere yöneliyorlar... Sokak hareketleri... Programsız ve hedefsiz hareketlere... AfD, Pegida veya başka hareketler... Dikkatlice incelerseniz, neoliberaller bir taraftan hükümetlere veya siyasî partilere yanlış politikalar uygulatıyorlar,—ellerindeki kapital gücüyle—diğer taraftan da; söz konusu hataları medya imkânıyla büyütüp onları kalabalıklara şikâyet edip, bir nevi anarşi çıkarıyorlar... Çok garip bir tezgâhtır, Frankfurt Okulu’nun dinsizlik tezgâhı...

*Bugünkü AB idarecileriyle Kilisenin münasebetlerini öğrenebilir miyiz?

Avrupa Birliği bir devletler ittifakıdır. Biz Türkler Avrupa’yı tek yapı olarak bellediğimizden, millî devletlerden oluşan ittifakı da tek bir devlet olarak algılıyoruz. Bu yanlıştır. Strazburg’daki parlamento, bir devletin millî parlamentosu değil. Dün Martin Schulz, bu gün Antonio Tajani birer Avrupa başbakanları veya devlet başkanları asla değiller... Kendilerine özgü partileri, fikirleri ve millî renkleri olan Avrupa’daki parlamenterlerdir.

Kilise veya semavî dinler cihetiyle, bu günün dünden daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Angela Merkel’in Kilise ile didişen dünkü halini, hiç kimse hatırlamak istemiyor. Tarihe karışan Sarkozy gibi Merkel’in de fazla vakti kalmadı, diyenler çoğunlukta. Almanya’da SPD gibi bir partinin başbakan adayının koyu bir Katolik aileden geldiğini herkes biliyor. Bilhassa Fransiskus ile arası iyi olan Schulz’un Almanya için bir şans olduğunu yazanlar çoklukta. Fransa’da François Fillon’un Neocon ve Neoliberal ittifakınca, tam bir entrika ile devre dışı bırakılması, AB’nin ve Avrupa demokrasisinin zararına olmuştur. Dinsizler Katolikliğin tasaffi ile siyasette söz sahibi olmaya başlamasını maalesef hazm edemediler. İki buçuk seneliğine AP başkanlığına seçilen Antonio Tajani’nin de dindar bir Hıristiyan olduğunu, seçilişinde okumuştuk. Sebepler dairesinde, AB’nin, kendisinden beklenilen barış ve medeniyet misyonunu gerçekleştirebilecek mevsime girdiğini söyleyebiliriz.

(Hangi Avrupa?, Şükrü Bulut, Yeni Asya Neşriyat, Aralık-2017, s. 308-323)

Etiketler: Avrupa, Türkiye
Okunma Sayısı: 6705
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • ahmet Said

    19.9.2018 11:19:04

    Hem bir gurbetçiler tarihçesi, hem işçilerimizin kazanımları ve hem de akktüel proplemler... Tam bir tarihi sosyal atlas olmuş,ağabey... Tebrikler devamını bekliyoruz.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı