BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ HAZRETLERİ'NİN 1908 YILINDA SELANİK'DE FRANSIZCA YAYINLANAN BİR GAZETEYE VERDİĞİ RÖPORTAJDAKİ BEYANLARI BUGÜN DE TAZELİĞİNİ KORUYOR.
Yayına Hazırlayan: İ. Seyda Durgun
Tercüme Kontrol: Esra Kuşe
BİRİNCİ DERECEDEN TARİHÎ BELGE
Yakın zamanda Muhyiddin Zınar'ın çalışmasıyla gün yüzüne çıkan mülâkat, yalnızca biyografik bir ayrıntı olmanın çok ötesinde, II. Meşrutiyet'in ilânını takip eden o heyecanlı günlerin atmosferini ve Said Nursî'nin siyasî düşüncesinin temel koordinatlarını ortaya koyan birinci dereceden tarihî bir belge niteliğinde.
DİKKAT ÇEKİCİ BİR PORTRE
Selanik merkezli Le Journal de Salonique gazetesinde yayınlanan röportajlar, Bediüzzaman Said Nursî’nin hem ilmî, hem de siyasî vizyonunu gözler önüne seriyor. 6, 8 ve 10 Eylül 1908 tarihli sayılarda Max Yvel imzasıyla çıkan yazılarda Nursî tanıtılırken, hem kişiliği, hem de fikirleriyle dikkat çekici bir portre çiziliyor.

DERİN GÖRÜŞLERİ OLAN BİR MÜTEFEKKİR
Gazetecİ Max Yvel, röportajı şu ifadelerle noktalıyor: “Şeyh Said konuştu — ve altın değerinde sözler söyledi.” Bu cümle, hem dönemin Selanik kamuoyunda Bediüzzaman’ın bıraktığı etkiyi, hem de fikirlerinin devamlılığını özetliyor. Bu röportaj, Said Nursî’nin toplumsal meselelerde derin görüşler ortaya koyan bir mütefekkir olduğunu gösteriyor.
***
1908’de Selanik’te Fransızca yayınlanan bir gazetenin Bediüzzaman ile yaptığı röportaj
Max Yvel: Altın değerinde sözler söyledi
Osmanlı tarihinin kritik dönemeçlerinden biri olan II. Meşrutiyet yıllarında, Selanik merkezli Le Journal de Salonique gazetesinde yayımlanan röportajlar, Bediüzzaman Said Nursî’nin hem ilmî hem de siyasî vizyonunu gözler önüne seriyor.
Yakın zamanda Muhyiddin Zınar’ın çalışmasıyla gün yüzüne çıkan, Bediüzzaman Said Nursî’nin Eylül 1908’de Selanik’te Le Journal de Salonique gazetesine verdiği mülâkat, yalnızca biyografik bir ayrıntı olmanın çok ötesinde, II. Meşrutiyet’in ilânını takip eden o heyecanlı ve belirsiz günlerin entelektüel atmosferini ve Nursî’nin siyasî düşüncesinin temel koordinatlarını ortaya koyan birinci dereceden tarihî bir belge.

1908’de II. Meşrutiyet’in ilânıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasî ve fikrî bir canlanma yaşandı. Selanik, bu sürecin kalbi olmuş, farklı etnik ve dinî unsurların bir arada yaşadığı, gündemi tartıştığı, yeni fikirlerin dolaşıma girdiği bir merkez haline gelmişti.
HEM İLMÎ, HEM SİYASÎ BİR KİŞİLİK
Osmanlı tarihinin kritik dönemeçlerinden biri olan II. Meşrutiyet yıllarında, Selanik merkezli Le Journal de Salonique gazetesinde yayımlanan röportajlar, Bediüzzaman Said Nursî’nin hem ilmî, hem de siyasî vizyonunu gözler önüne seriyor. 6, 8 ve 10 Eylül 1908 tarihli sayılarda Max Yvel imzasıyla çıkan yazılarda Nursî, “Şeyh Said” olarak tanıtılırken, hem kişiliği, hem de fikirleriyle dikkat çekici bir portre çiziliyor.
Bu röportajın analizi hem dönemin siyasî iklimini, hem de Bediüzzaman’ın hayatı boyunca tutarlılıkla savunduğu temel prensiplerin kökenlerini anlamak için önemli bir kaynak.

Röportajın yapıldığı yer ve zaman tesadüfî değildir. 1908 Temmuz’unda Meşrutiyet’in yeniden ilânıyla sonuçlanan Jön Türk Devrimi’nin merkezi Selanik’ti. Şehir, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kalbi olmasının yanı sıra, Yahudî, Müslüman, Rum, Bulgar gibi pek çok unsurun bir arada yaşadığı kozmopolit yapısıyla imparatorluğun geleceğinin en ateşli şekilde tartışıldığı bir coğrafyaydı.
Bediüzzaman’ın bu siyasî ve entelektüel merkeze gidiş amacı hürriyet, eşitlik ve adalet vaat eden yeni dönemin mimarlarına Kürtlerin hak ve taleplerini hatırlatmak ve bir İslâm âlimi olarak bu yeni düzene dair kendi perspektifini hem Osmanlı, hem de Batı kamuoyuna sunmaktı.
Röportajın, Selanik’in Sefarad Yahudî cemaati tarafından çıkartılan Fransızca bir gazetede yayınlanması, Nursî’nin mesajını belirli bir çevrenin dışına taşıma ve farklı unsurlarla diyalog kurma stratejisinin açık bir göstergesi.
MEŞRUTİYETİ TEREDDÜTSÜZ SAVUNDU
Röportajdaki temel görüşler, Nursî’nin düşünce sisteminin özünü yansıtmaktadır. Bediüzzaman, Meşrutiyet’i (Kanun-u Esasî) tereddütsüz bir şekilde savunur. Ancak onun düşüncesi, Batı’dan gelen bir sistemi kerhen kabul etmek değildir. Tam tersine, anayasal düzeni İslâmî prensiplerle temellendirir. “Kanun-u Esasî ile dini anlayış arasında bir çelişki yok mu?” sorusuna verdiği, “Kesinlikle hayır. Ne diyor Kur’ân? Her biri İlâhî bir kökene dayanan bütün dinlere saygı göstermemizi emretmektedir” cevabı, anahtar niteliğindedir.

Ona göre anayasa, farklı inançlara sahip tebaanın eşitliğini güvence altına alarak aslında Kur’ân’ın bir emrini yerine getirmektedir. Bu yüzden anayasal düzen, “dinimizce tavsiye edilen” bir sistemdir. Bu bakış açısı, onun hayatı boyunca “istibdada” karşı verdiği mücadelenin ve meşrutiyeti bir adalet mekanizması olarak görmesinin temelini oluşturur.
Güç sahiplerine yönelik sözleri ise dönemin hassas dengelerini gözeten stratejik bir aklı yansıtır. Sultan Abdülhamid için kullandığı “hükümdarların en iyisi olabilir” ifadesi, üstü kapalı bir eleştiri ve aynı zamanda bir teşviktir. Bu diplomatik dil, Sultan’ı tamamen karşısına almadan, onu meşrutiyet zemininde ilerlemeye davet eden bir barış mesajıdır.
ŞAHIS İSTİBDADINA DA, KOMİTE İSTİBDADINA DA KARŞI ÇIKTI
Problemi Sultan’ın şahsından çok, onu yanlış yönlendiren “çevresine” yüklemesi de bu stratejinin bir parçasıdır. Benzer şekilde, İttihat ve Terakki’nin meşrutiyeti getirme rolünü “gerçekten büyük bir iş” olarak takdir ederken, onlara hayatî bir uyarıda bulunur: “Bundan sonrasında da aynı şekilde perde arkasında çalışmalıdır.” Bu, İttihatçıların gücü tekelleştirme ve giderek otoriterleşme potansiyeline karşı yapılmış erken ve öngörülü bir ikazdır. Nitekim ilerleyen yıllarda Nursî İTC içindeki bu “despotik” eğilimlere “şiddetle muhalefet” edecektir.

Röportajın en ileri görüşlü tespiti, hilafet unvanıyla ilgili olanıdır. Hilafetin “Allah ile halk arasındaki manevî yakınlığı zayıflattığını” ve bu unvanın “biraz gereksiz” olduğunu söylemesi, o dönem için sarsıcı bir ifadedir. Bediüzzaman burada hilafetin özünü reddetmez; aksine, onu siyasî bir saltanat aracına ve mutlak bir otoriteye dönüştüren anlayışa karşı çıkar. Onun için meşruiyetin kaynağı unvan değil, “Peygamberimizin emrine itaat etmek ve onun yolundan gitmektir.” Adaletten ayrılan bir padişah, halife unvanı taşısa dahi meşru değildir.
Bu görüş, daha sonra Münazarat ve Hutbe-i Şâmiye gibi eserlerinde geliştirdiği, “istibdatla dinin yan yana gelemeyeceği” düşüncesinin erken bir yansımasıdır. Nursî, hilafeti kudsiyet perdesi altında siyasî istibdada alet eden anlayışlara karşı çıkarken, adalet ve meşveret temelli bir hilafet tasavvurunu savunur.
DEMOKRATİKLEŞMEYİ HEP SAVUNDU
Son olarak, “ulusal demokratikleşme” (démocratisation nationale) kavramını benimsemesi, Bediüzzaman’ın asimilasyoncu bir birlik yerine, her unsurun (Kürt, Türk, Arap, Yahudi, vb.) kendi kimliğiyle var olduğu, temsil edildiği ve ortak vatan idealinde buluştuğu çoğulcu bir yapıyı savunduğunu gösterir. “Kürdistan” için tasavvur ettiği eğitim projesi de bu vizyonun bir parçasıdır. Amacı, din ilimleri ile fen bilimlerini birleştiren okullar aracılığıyla cehaleti ortadan kaldırmak ve Kürtleri “ortak vatana hizmet” eden medenî bir unsur olarak güçlendirmektir.

Le Journal de Salonique röportajı, Said Nursî’nin 1908’de sadece bir din âlimi değil, aynı zamanda keskin bir siyasî analist, stratejist ve toplumsal bir aktör olduğunu ispatlamaktadır.
Bu metin, onun meşrutiyet, hürriyet, anayasal düzen ve çoğulculuk gibi kavramları İslâmî bir perspektifle nasıl temellendirdiğini, güce ve otoriteye karşı ilkeli ve eleştirel duruşunu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun problemlerine eğitim ve adalet temelinde nasıl kalıcı çözümler aradığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Gazeteci Max Yvel, röportajı şu ifadelerle noktalıyor: “Şeyh Said konuştu — ve altın değerinde sözler söyledi.” Bu cümle, hem dönemin Selanik kamuoyunda Bediüzzaman’ın bıraktığı etkiyi, hem de fikirlerinin devamlılığını özetliyor.
1908 Röportajının Tarihî Değeri
Bu röportaj, Bediüzzaman Said Nursî’nin genç yaşta bile sadece bir medrese âlimi değil, aynı zamanda siyasî ve toplumsal meselelerde derin görüşler ortaya koyan bir mütefekkir olduğunu gösteriyor.
• Hürriyet anlayışı, sadece siyasî değil, imanî bir temele dayalıdır.
• Hilafet eleştirisi, onun dinin istismara karşı korunması gerektiği düşüncesini öne çıkarır.
• Çoğulculuk vurgusu, modern demokrasilerin en önemli prensiplerinden biriyle örtüşür.
• Eğitim projesi, Osmanlı’nın çok uluslu yapısına uygun bir kalkınma vizyonu sunar.
Bugünden bakıldığında, 1908’de dile getirdiği fikirlerin, sadece Osmanlı’nın değil, çağımızın da en yakıcı meselelerine işaret ettiği görülüyor: Adalet, hürriyet, eşitlik, çoğulculuk ve ilim.
—Devamı Yarın—