Zannediyorum hayat devam ettiği müddetçe de ‘küsmek’ler hep varolagelecek.
Geçenlerde bir dostumun ifade ettiği bir cümle beni yine konu ile karşı karşıya getirdi.
Dost diyor ki, “Benim bir tanıdığım var. Küsmek deyince ben hemen onu hatırlarım. Bu kardeşimiz namazlı niyazlı bir kardeşimiz. Ama çok inatçı bir yapısı var. Çoğu kez camiye cemaate beraber gider geliriz. Bu dostum cemaatten birisine kızmış. Kızmış, ama ne kızmak. On yıldır o kızdığı kişi cemaate gidip geliyor diye bu cemaate gidip gelmiyor. Tabiî biz ne yaptıysak, neler söylediysek bir türlü bir adım attıramadık. Zaten bir şey söylememiz de mümkün değil. Çünkü kendisi bu konularda bize ders verecek bir pozisyonda. Ama tabiî biz üzülüyoruz. Çünkü kendisi kaybediyor. Sohbetlerden, dostluklardan mahrum kalıyor. Ve acı olan da bu durum halen devam ediyor.”
İlginç bir durum.
Bu, tam da, ‘pireye kızıp yorganı yakmak’ deyimiyle birebir örtüşüyor.
Yani on yıldır devam eden bir ‘küsmek’ hali düşündürücü.
Bu aslında tam bir imtihan halidir.
Bir de beraber yaşamanın, sosyal hayatta olmanın bir takım temel kaidelerini bilmek lâzımdır.
Öncelikle bilmemiz gereken şeylerden birisi, hatasız kul olmayacağıdır. Hatasız kul aramanın insanı yalnız bırakacağı açıktır.
Diğer bir konu, bir hata, bir yanlış aramak gerekirse, o hatayı, o yanlışı önce kendimizde, nefsimizde aramalıyız.
Hatta Yirmi İkinci Mektub’da böyle insanî durumları tahlil eden tam bir ‘hata ölçer’ uygulaması bulunuyor. Bu uygulamayı her an canlı şekilde hayatımızda yaşamalıyız.
İşte bir yanlış ile bir kusur ile karşılaşmışsak, bu hatayı ve kusuru bütün bütün muhatabımız olan kişiye yıkmak doğru olmayacaktır.
Önce, bu başımıza gelen durumda, halde, tavırda, sözde kaderin bir hissesi olduğunu unutmamak gerekiyor. Yani demek ki başımıza bu hadisenin geleceği kaderimize yazılmış. Demek ki kaderin bir payı var. Bunu ayıralım. İkinci olarak, o hadiseyi, o durumu bize yaşatan kişi de bir insan. Neticede o da kusursuz değil. Yani o da nefis taşıyor. Onun da hata yapma, yanlış yapma, nefsine kapılma gibi halleri mümkün. Bir pay da ona verelim. Yani kimseyi kusursuz kabul etmeyelim.
Bir diğer durum da, yani o sözü duyan, o davranış kendisine yapılan kişi de, yani biz de az değiliz. Biz de nefis taşıyoruz. Biz de kusursuz değiliz. Bir hisse de dolayısıyla nefsimize verelim. Yani bu sözü duymayı, bu davranışa muhatap olmayı hak etmişiz demektir.
Son olarak da, eğer bir haklılık durumu söz konusu ise, burada en güzel şey, ‘Haklı olan insaflı olur’ kaidesinin de bir gereği olarak affetmektir. Aslında affedebilmektir.
Aynı zamanda affetmek, o kişinin zarar ve zulmünden de korunmak anlamını içermektedir. Hem kendisi için hem de onun için zarar ve zulmün önünü almak, işte bu tür durumları büyütmemekle alâkalıdır.
Tabiî affetmek, aynı zamanda bir uluvvücenaplıktır.
Bunu yapmak aynı zamanda bir iman göstergesidir.
Yapabilene ne mutlu!
***
Tabiî böyle durumlarda gerçekten kişi eğer bireysel adım atma konusunda zorlanıyorsa; çevrenin, arkadaşların bir operasyon başlatmaları ve bu duruma derhal bir son vermeleri kardeşliğin gereği olacaktır.
Çünkü yaşanan durum aynı zamanda o kadar dostların, o kadar cemaatin görüşme hakkına bir tecavüzdür. Bir kişi ile yaşanan bir durum için, onlarca arkadaşın, onlarca dostun, kardeşin görüşme hakkına engel olmak, ne kadar makul bir adımdır.
Bu tam da şeytanın sevineceği bir davranış olmaz mı?
Böyle haller, aslında o toplulukta olanların hepsinin de birer imtihanıdır. Şu an on yıldır o camiye, o cemaate gelmeyen insanın kayıpları içinde o cami cemaatinin de payı yok mudur?
Lütfen, biraz daha hassasiyet!