"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Resullerin lisanı ve Risale-i Nur

Şemseddin ÇAKIR
18 Aralık 2020, Cuma
Resullerin dili ve Risale-i Nur meselesini İbrahim Sûresi 4. âyetten aldığımız derse binaen arza çalışacağız.

Evet âyet-i kerimede Cenab-ı Hak: “Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi biz kendi kavminin lisânıyla gönderdik.” (İbrahim Sûresi: 4) buyuruyor.

Bu ayet-i kerimenin lafız, işaret ve beşâretlerine göre meseleyi üç alt başlıkla izaha çalışacağız:

a- Resullerin dili ne demek?

b- Risale-i Nur’un veraseti

c- Risale-i Nur’un lisanı ve imameti meselesi.

RESULLERİN DİLİ

Peygamberlere gönderilen kitaplara bakınca o kitapların; peygamberlerin içinde bulundukları kavimlerin diliyle olduğunu görüyoruz ve haliyle Resullerin dilinin de, içinde yaşadığı kavimlerin dili olduğunu anlıyoruz. 

Şöyle ki: Dünyaya akıl ve muhakeme yetisiyle gönderilen insanlık her ne kadar aklı ile Cenab-ı Allah’ın varlık ve birliğine ulaşabilse de, Allah’ın (cc) emir ve yasaklarını, dolayısıyla saadet-i dareynin kaide ve yollarını bulamayacağından resullerin rehberliğine zaruret hasıl olmuştur. Onun için Üstad da “Risalet [peygamberlik], uluhiyetin muktezasıdır” demiştir. İşte bu cümleden olarak; o peygamberlik gerçeği de Kur’ân-ı Kerîm’in beyanına uygun bir şekilde gerçekleşecek nurani bir zincir oluşturmuştur. 

Bu zincirin ilk halkası insanlığın atası Hz. Adem (as) olduğu gibi son halkası da, en son ve hatemü’n-nebiyyîn (peygamberliğin bitiş mührü) olan Hz. Muhammed’dir (asm).

Evet insanlık tarihi boyunca irili ufaklı topluluklara peygamberler gönderilmiştir ve bunların sayısı Efendimizin (asm) hadis-i şerifinde, Resul olarak 313, Nebi olarak da 124.000 olarak bildirilir. (Müsned, V. 187)

Yine dünyada lehçeleriyle birlikte yedi bin (7.000) civarında dilin olduğu ifade edilmekte olup buradan da her kavme peygamber gönderildiğini anlamış oluyoruz. Çünkü yedi bine 124.000  çok fazla dahi gelmiş olur.

Böylece Bediüzzaman’ın da dediği gibi “Allah Teâlâ karıncayı emirsiz, arıyı yasupsuz bırakmadığı gibi insanları da peygambersiz bırakmamıştır” gerçeğini daha iyi anlamış bulunuyoruz. Bu vakıaya misal olsun diye kavimlerinin diliyle gönderilen bazı peygamberleri zikredelim. Meselâ:

Salih (as) Semut kavmine o kavmin diliyle, ulü’l-azm Hz. Musa (as) da, İsrail kavmine o kavmin dili olan İbranice ile gönderilmiştir. Ayrıca Hz. İsa (as) da yine gönderildiği kavmin dili olan İbranice ve Aramice konuşurdu, İncil’in dili de öyledir. 

Netice olarak âhirzaman peygamberi Hz. Muhammed’in (asm) dili de yine kavminin dili olan Arapça olduğu için, Kur’ân-ı Azîmüşşan da o dille inzal edilmiştir.

Bilindiği gibi Hz. Muhammed (asm) Arabistan’da doğup yaşadığı, kendine risalet vazifesi verilince tebliğe memur olduğu ilk muhataplar Araplar olduğu ve Arapça konuştuğu için Kur’ân-ı Hakîm’in dili de Arapça olmuştur. Ancak bu İlâhî kelâm; lâfzı, nazmı, üslûbu ve manası itibariyle Arapçanın (mahallî Arapçanın) da üstünde bir mahiyet arz ettiği, hatta bilhassa bazı münafıkların “Biz bu sözleri anlamıyoruz, bu Arapça değil” dedikleri vakidir. Çünkü bilhassa dini lügat ve terminolojinin çoğunun, onlarca yeni duyulduğu bir vakıadır. Meselâ meleklerin isimleri, arş, kürsî, mahşer vs. gibi.

Kur’ân’ın “Şayet kulumuz ve elçimiz Muhammed’e inzal ettiğimiz Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğundan bir şüpheniz varsa ve sözünüzde sadık iseniz haydi siz de ona benzer bir sure getiriniz.” (Bakara: 23-24) diye, belagat, ilim ve benzeri konularda bir de meydan okuyuşu vardır.

Bu beyanla onların en iddialı olduğu belagat konusunda da meydan okuyup mu’cizesini izhar edince, müşriklerin en kolay yol zannettikleri mukabele-i bi’l-hurufu (harflerle mukabele etmek) bırakıp, en zor olan (hayat-memat meselesi) mukabele-i bi’s-suyufa (kılıçla savaşmaya) mecbur olmaları dahi Kur’ân-ı Kerim’in kendi dillerindeki bir mucizesidir ki bunu en iyi onlar anlayabilir. Hatta Muallakat-ı Seb’a’dan olan Lebid’in şiirini Kâbe duvarından bizzat kendi kızı “Âyetlere karşı bunun kıymeti kalmadı” diye indirmesi bu meseledeki en ibretlik olaylardandır. Elbette ibret alacak vicdan, iz’an ve insaf var ise.

Kur’ân; tarihî ve kronolojik olarak belli bir dönem ve belli bir coğrafyada indirilmiş olmakla beraber son ve umumî bir kitap olması sebebiyle muhteviyatının cihanşümullüğü itibariyle mu’cize ve evrenseldir. (Sebe: 28)   

Süreç içinde Arap olmayan topluluklar da, bu Kitaba muttalî olup hidayete ermişler ve icabında Kur’ân-ı Kerîm ve İslam’a belki Araplardan daha çok sahip çıkıp, hizmet etmişler. Bunun da en bariz misali Türk milletidir ve Kur’ân-ı Azimüşşan mu’cizevî olarak bu hususa işaret etmiştir. Şöyle ki: “Allah öyle bir topluluk gönderecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler” (Mâide Sûresi: 54) 

Bu milletin Türk milleti olduğunu Bediüzzaman’ın şu tesbit ve tefsiriyle anlıyoruz: “İşte ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hakim’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz ve ta [‘Allah öyle bir topluluk gönderecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler’ (Mâide Sûresi: 54)] ayetine güzel bir masadak oldunuz.” (Mektubat, yeni tanzim s. 543)

Bu suretle Kur’ân-ı Kerîm’in şumulünü ve bütün milletleri ihata ettiğini de ifade etmiş oluyor.

Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça olduğu halde en son ve evrensel olduğunun ispatıdır ve Kur’ân-ı Kerîm Arapçaya da, Türkçeye de binlerce kelime katmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm hem lafız hem mana olarak Allah’ın kelâmı olduğu için bazı yorumcular Kur’ân’ın aslında “Rab”ca olduğunu dile getirmişler. Bediüzzaman da lâfızların bedendeki elbise gibi değil, bedenin parçasını teşkil eden “cilt / deri” gibi olduğuna işaret ederek, lafızlarının “kudsî” olduğunu beyan etmekle, Rabbânî olduğuna dikkat çekmiştir. (Mektubat, 26. Mektub, Dördüncü Mertebe, Sekizinci mesele)

Demek Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Kur’ân’ın i’câzı tahrifine bir seddir.” Yani diğerleri tahrif edildi de Kur’ân neden edilemiyor? Ehl-i Kitap hiç olmazsa bunu düşünsün!

Okunma Sayısı: 2183
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Cengiz Selçuk

    26.12.2020 15:03:42

    Allah razı olsun gayet güzel olmuş

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı