Şeriat hakikatini, geçen yazıda işlemiştik; bugün de, tamamlayıcı olmak üzere meseleye çoğul anlamda, “şeriatlar” olarak bakalım.
Evet “şeriat” Arş-ı İlâhî’den gelen emir olduğuna göre “şeriatlar” da, yine aynı kaynaktan gelen emirler demektir.
Elbette kanun; tek boyutlu olmayıp külliyet kesb eden bir kaideler fezlekesidir. Geçmişi, hali ve istikbali istiab eden boyutlardadır. Mesela Bediüzzaman Hazretleri: “Asırlara göre şeriatlar değişir” demekle geçmiş peygamberlere gönderilen kitaplara ve dinlere de dikkat çekmiş oluyor. Evet onların her birisi de, büyük şeriatın bazı hükümlerini ve kısmî bölümlerini muhtevî şeriatlar idi. Bu ifademin doğru anlaşılması için, saadet-i dareyn vesilesi olan İslâm’ın tanımını da yapmak istiyorum.
İslam; Hz. Adem’le (asm) başlayıp zaman ve mekânın gelişmesi ve peygamberlerin de gönderilmesiyle gelişerek tam kemaline Hz. Muhammed’le (asm) ulaşan bir kâmil dindir. Bu gerçeği, ayet-i kerime mealen şöyle ifade etmektedir: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve sizin üzerinize nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’a razı oldum.” (Maide: 3)
Şimdi bu tanıma göre dinler manzumesinin bir bütün olup İslâm’ın geçmiş dinlerin aslı olduğu; fakat her asırdaki milletlerin seviyesine göre peyderpey uygulanarak Âhirzaman Peygamberi ve Son Peygamber olan Fahr-i Cihan Efendimiz (asm) ile tamamlandığı âşikâr şekilde anlaşılmaktadır. Yani her bir zamandaki şeriatlar, kendi gönderildiği kavmin haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hatemü’l-Enbiya’dan sonra onun Şeriat-ı Kübra’sı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden; muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç olmuş; onu da, müçtehid imamlar karşılamışlardır.
“Şeriat-ı İlâhiye ikidir: Biri, sıfat-ı kelâmdan gelen bir şeriattır ki, beşerin ef’al-i ihtiyâriyesini tanzim eder. İkincisi, sıfat-ı iradeden gelen ve ‘evâmir-i tekviniye’ tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyedir ki, bütün kâinatta cârî olan kavânîn-i âdâtullahın muhassalasından ibarettir. Evvelki şeriat nasıl kavânîn-i akliyeden ibarettir; tabiat denilen ikinci şeriat dahi mecmu-u kavânîn-i itibariyeden ibarettir, sıfat-ı kudretin hâssası olan tesir ve icada mâlik değillerdir.” (M.Nuriye, Nokta, s. 271)
“Küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.” (İşârâtü’l-İ’caz, s. 166)
“Tabiat, Allah’ın sanatı ve şeriat-ı fıtriyesidir.” (İşârâtü’l-İ’caz, s. 173)
Şeriat aynı zamanda İlâhî adalet ve adalet-i mahza olup beşerin izafî adaleti ahirette, Mahkeme-i Kübra’da bunun ile telâfi edilecek; o zaman boynuzsuz koyun boynuzlu koyundan hakkını alacaktır. Diğer bir ifadeyle şeriat “ihkak-ı hak”tır. Yani, haklıya hakkını veren mahza hak olduğu muhakkaktır. Haklının hakkını alması, müsbet ve menfî, yani mükâfat ve ceza olarak demektir.
Hz. Ebu Bekir’in (ra), halife olunca: “Bundan sonra yanımızda haklı, zayıf da olsa güçlüdür; haksız olan güçlü de olsa zayıftır” demesi ve Hz. Ömer’in (ra) bu gerçeği bizzat icra etmesi numune-i imtisaldir. Allah (cc) hepsinden ebeden razı ki, onlar İslâm’ın adaletini âleme ispat etmişlerdir.
Ayrıca; “Mesâil-i Şeriattan bir kısmına ‘taabbüdî’ denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolduğu için yapılır, illeti emirdir.” (Mektubat, s. 468)
“Şeriat-ı Garra, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 68)
Hilkat; bir “şeriat-ı fıtriye”dir ve aynı zamanda “Kur’ân’ın takip ettiği makasıd-ı esasîsi ve anasır-ı asliyesi” de şeriatın ta kendisidir.
“İşte, İslâmiyetin ahkâmı iki kısımdır:
Birisi: Şeriat, ona müessistir. Bu ise, hüsn-ü hakikî ve hayr-ı mahzdır.
İkincisi: Şeriat muaddildir; yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir.” (ESDE, Münazarat, s. 211)
Yani gayet vahşî halden ehven-i şer durumuna getirilerek her hâlükârda uygulanması temin edilmiştir.