Kur’ân’ın ahirzaman’daki en önemli tefsiri olan Risale-i Nur’a girmiş şahıs isimlerine, coğrafyalara ve hatta bütün kelimelere büyük önem addedenleri tebrik etmemek mümkün değil … Zira istikbali kucaklayan bu esere söz konusu isimlerin lalettayin girmediklerini hepimiz biliyoruz. Said Nursî’nin bu isim, anekdot veya coğrafyaları neden yazdığını da derinlemesine araştırıp anlamamız gerekiyor.
Prens Bismarck’tan beş-altı eserinde bahseden Said Nursî onu çok iyi tanıyor. Başarıya ulaşmış misyonunundaki sıfat ve husûsiyetlerinden bize haber veriyor. Kendi zamanında “dünyanın en akıllı ve müdakkiki (araştırmacısı)... Feylesofu ve …Saltanatlı hâkimi… Cür’etkâr, enaniyetli, şöhretli bir düşünce, siyaset adamı ve aynı zamanda feylesof… Büyük Şarlman’dan sonra Germenleri bir araya toplayan bu siyasî dehanın Kur’ân ve Hz. Muhammed (asm) karşısındaki durumu çok derin araştırmalara dayanıyor. Yalnızca İslâmiyet’i ve kaynaklarını değil; bütün dinleri ve bilhassa semavî dinleri araştırmış ve tahrifatlarını görmüş bir araştırmacı… İsm-i Hakîm’e mazhar Bediüzzaman’ın “müdakkik Avrupa feylesofunu“ örnek göstermesi, Kur’ânî bütün tezlerini bütün Avrupalı araştırmacılara tasdik ettiriyor, diyebiliriz. Öncelikle konumuzla alâkalı iktibaslardan ikisini takdim edelim.
“Evet, bir asır evvel dünyanın en akıllı ve en müdakkiki ve filozofu ve saltanatlı hâkimi telâkki edilen ve kendi Hıristiyan iken bütün eski dinleri ve kitapları hiçe indiren, belki inkâr etmek cür’etini gösteren, gayet enaniyetli ve şöhretli olan Prens Bismarck’ın Kur’ân-ı Hâkimin önünde kendi imzasıyla ve bütün kuvvetiyle tasdikkârane secde etmesini yazan ve inat ve enaniyetini ve dinsizliğini bırakıp Kur’ân’a teslim olduğunu âleme ilân ettiğini ceridelerde neşredildiği bir hengâmda… (Emirdağ Lâhikası, s. 235)
Bu iktibasın, Bediüzzaman’ın eski eserlerini yeniden gözden geçirdiği 1950‘lilerden sonraki ilâvelerine ait olduğunu biliyoruz.
“Avrupa’nın asr-ı âhirde en meşhur bir filozofu Prens Bismark diyor ki: “Ben bütün kütüb-ü semavîyeyi tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen, beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) Kur’ân’ını umum kütüplerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser, beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zarurîyatını inkâr etmiş olurlar. Yani, Kur’ân Allah kelâmı olduğu bedihidir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 36)
Aklı esas alan Avrupa ve Amerika’nın “zekâ tarlasının“ en şöhretli mahsûlleri İslâmiyeti kabul ediyorlarsa, elbette bugün olmasa da yakında bir gün Amerika ve Avrupa İslâmiyet’in hakaikını kabul edecekler ve ahirzaman dehşetli dinsizliğine Risale-i Nur’daki hakikatlerle mukabele edecekler. Ve ayrı ayrı iken mağlûp olan Hıristiyanlık âlemi ile İslâm âlemi “Risale-i Nur“ ekseninde ittifak ederek ahirzamanın dehşetli dinsizlik ve ahlâksızlığını mağlûp ederek bütün insanlığı kurtaracaklar.
“İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki: Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.“ (Tarihçe-i Hayat, s. 82)
Berlin’in (o zaman ki ismiyle coğrafya olarak Prusya’da) dâhî ve kahraman generali Hindenburg’un Risale-i Nur Külliyatı’na girmesi, Birinci Cihan Harbi’nden bir sene sonradır. Enver Paşa’nın isteğiyle Osmanlı Ordusu’nun kontenjanından Darülhikmet’e tayin edildiğinde de ülkenin içtimaî ve sosyal problemleriyle alâkadar oluyor Said Nursî… Üslûp biraz değişmiş olsa da; duruş ve çizgi aynı… Demokrasi öncesindeki aktif siyasî hayatı gitmiş, fikren karşı olduğu kadrolara vatan ve din selâmeti istikametinde yol gösteren bir Bediüzzaman var İstanbul’da… Daha çok gazeteler, kitaplar ve neşriyat ile düşmana (İngilizlere) karşı koyan Üstad, dostlar meclisinde o günün içtimaî meselelerini ilgilendiren tartışmalardan anekdotlar almış, Sünûhat kitabına…
“Denildi: “Mağlûbiyet mâlûmdu, biz bilirdik. Bilerek bizi belâya attılar.”
Dedim: “Acaba Hindenburg gibi dehşetli insanlar nazarına nazarî kalmış olan gaye-i harp, sizin gibi acemîlere nasıl malûm ve bedihî olabilir? Acaba fikir dediğiniz şey-el’iyazü billâh-arzu olmasın? Bazan zâlimane intikam-ı şahsî, arzuya fikir suretini giydirir.“ (Sünûhat, s. 70)
Berlin bir mekân, coğrafya, tarih, duruş ve cihanşümul bir mücadelenin adı olduğu kadar; semavî dinlerle savaşan bir felsefenin, semavî ahlâkları yok etmek isteyen bir hareketin, teşkilâtlanarak dünyayı kontrollerinde tutmak isteyen bir zihniyetin de mekânı. Bediüzzaman’ın teşbihiyle Berlin’in de iki yüzü var, bizi gözlüyor. Semavî dinlere bakan, İslâm’a muti ve barışa yatkın bir Berlin’e mukabil, sulhü reddeden, kaosu esas alan, insanî norm ve ahlâkı asla istemeyen diğer yüzüyle de bir Berlin var.
Risale-i Nur Kur’ân’ın malı olduğundan, bütün insanlığa müteveccihen ders veriyor. Orada geçen unsurları incelerken bütün yaratılışı, insanlığı ve insanlığa yönelik hayır ve şerrin adesesinden o unsurları tahlil edeceğiz.
Bundan önceki yazılarımızda, küçük alâkalar eşliğinde bu iki şahsiyetten kısaca bahsetmiştik. İnşaallah söz konusu şahsiyetleri-anlayabildiğimiz hülâsalar halinde- misyonları cihetiyle inşaallah tahlile çalışacağız.