Mevzunun ne kadar çetrefilli, netameli ve içinde yaşadığımız hayat ve hadiselerle telifinin ne denli müşkil olduğu, kendiliğinden görünüyor.
Fakat madem İslâmiyet ve Kur’ân; hayatın, fıtratın ve yaratılışın bizzat kendileridirler. Ve tarikatlarla dinî cemaatler de İslâmın realiteleridirler. Öyleyse konunun bize garip görünmesi, anlaşılmasını zorlaştırmamalıdır. Ön kabullerimizi gözden geçirdiğimiz takdirde, meselenin basit olduğunu da söyleyebiliriz.
Hem tarikat ve hem de dinî cemaatler Kur’ân ve sünnet çerçevesinde hayat bulduklarından ve daha doğrusu bu daire içinde hareket etmeye mecbur olduklarından, söz konusu cemaat ve tarikat usûllerinin “Asr-ı Saadet” pratiği dışında kalma şansları da yoktur. Bu dairenin dışında kalma meyli gösteren veya şeriat dışı düşünce ve ritüellerde ısrarcı olanlar, Kur’ân’ı kendilerine ölçü kabul etmediklerinden, onlarla alâkamız da kalmıyor, demektir.
Peygamberimizin (asm), içinde bulunduğumuz zamana müteallik ve istikbali irşad eden çok hadisleri var. “Kavmine hizmet eden, onların efendisidir”, hadis-i şerifine kadar… İlmî inkişaflar, ulaşım ve haberleşmenin bu denli kolaylaşması, mu’cizevî gelişmeler ve nihayet Rabbimizin Mülk Sûresi’nde buyurdukları üzere dünyamızın bir köye dönüşmesi gerçeği, bütün Müslümanların Kur’ân ve hadis çerçevesinde kendilerine çeki-düzen vermelerini emrediyor. Ahmed-i Serhandî’nin (ks) zamanındaki gibi “Nakşiliği” Hind Yarımadası’nda tatbik etmek mümkün mü? Nifağın global düzeyde teşkilâtlanarak ve arkasına “deccaliyetin” dev sermayesini takarak ehl-i İmana ve semavî dinlere hücum ettiği bir zamanda, Bağdat’ın, İsfahan’ın, Belh’in, Basra’nın ve San’a’nın mutlu sekizinci, dokuzuncu yüzyıllarını hayal etmenin, zamanımıza hiçbir faydası olmayacağı da bir başka hakikat… Eski zamanın derin derelerinden, istikbalin sıra dağlarına yaslanmış zamanlarına gelmek zorundayız. Buraya tarikat de, dinî cemaatler de, dünkü idareler de ve bütün sivil hayatı temsil eden kurumlar gelmeye mecburdurlar. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, zamanın çarklarına itiraz edenler altında kalır ve ezilirler.
Dinî cemaatlerde değişimi teceddüt üslûbuyla anlamalıyız. Ehl-i dünyanın “demokratikleşme”, bizim ise “meşveret-i şeriyye” olarak anladığımız “zamanın ruhuna intibakın”, şeriat ile çelişmediğini de göreceğiz. Asr-ı Saadet içinde örneğini bulacağımız her değişim, yenilik ve yeniden yapılanma; fıtratın bizatihi kendisidir. Cehaletlerinden, taassuplarından, tarafgirliklerinden, tarikatın ritüelini şeriatın önünde görme yanlışından kaynaklanacak itirazları, yine dinî cemaat ve tarikat içindeki “ulema” karşılayacaktır. Bu konunun istediğimiz açıklığa kavuşması ve müşahhaslaşması, ancak demokrasi ile şeriatın telifini ortaya koyacak tez ve eserlerin okunmasından sonra mümkün olabilir.
Ahirzaman dinsizliğini “birleşik cephede” temsil eden komünist ve masonların, her türlü neşir ve medyadaki insafsız iftira ve saldırıları karşısında bunalan tarikat ve dinî cemaat mensuplarının bu güne kadar, “doğru demokrasilerin” Kur’ân’ın malı olduğunu isbat eden eserleri yazmaları ve tezlerini bilimsel olarak ispatlamaları gerekirdi. Belki de ihtiyacımız olan çalışmalar çalışmalar yoldadırlar.
İnşaallah yakın bir zamanda, söz konusu çalışmalar ellerimize geçer ve şu iddialarımızın altını doldurmada ellerimizden tutarlar.
Her tarikat ve dinî cemaat; orijinal temellerini, esas ritüellerini ve çağlar üstü evradını koruyarak; günümüzdeki demokrasiyi bahane ile hücum eden din düşmanlarına cevap verebilirler. Nasıl?
Demokrasi mi, meşveret-i şer’iyye mi?
Bu noktayı, İslâmiyet’in en büyük meselesi olan tevhide inanmayanlara anlatmak hiç de kolay değil. Zira, “istihdamı” (Allah tarafından çalıştırılmayı) kabul etmeyenler, dinin esas aldığı çoğulcu yasama-karar verme hususunu anlayamazlar. Demokrasi söz konusu olduğunda daha çok devlet idaresi, inanç farkı gözetilmeksizin genel toplumun sosyal hayatının dizaynı, ve dış dairedeki yönetim hatıra gelir. Meşveret-i şeriyye denildiğinde ise; dinin bütün kurallarını kabul eden, ön şartlarını yerine getiren, tamamen serbest iradeye bağlı, karşılığı yalnızca Allah rızası olan, vicdanî meyillerin hareket merkezini teşkil ettiği insanların karşılıklı fikir teatileri, meseleyi çözmede düşüncede birbirilerine yardımları, bütünü tamamlamak üzere parçaların mana etrafında bir araya getirilmesi, muhabbet esaslı ve hiçbir devleti güce dayanmayarak yaptıkları meşverettir. Bu gayet eksik ve sıkıntılı tarifimden daha açık ve kapsamlı tariflerin yapılacağına inanıyorum.
Burada anlaşılması gereken nokta; bütün yurttaşların ve hatta insanların üzerinde “fikir birliğine“ gitmeye çalıştığı demokrasi, ancak inançlara hürmetkâr olur, dini hayatın pratiğindeki maniaları bertaraf eder ve imkânı nisbetinde hayatta “adaleti” sağlamaya çalışır.
Demokrasinin toplumdan topluma, ülkeden ülkeye ve kültürden kültüre nasıl bir değişiklik kazandığını merak edenler; Avustralya’dan Amerika’ya, Fransa’dan İspanya’ya ve Yunanistan’dan İskandinavya’ya şöyle fikri bir seyahatte bulunsunlar. Kalın çizgileri, çok canlı renk farklılıklarını ve bilhassa “hürriyeti” yorumlama biçimlerini bizatihi görsünler. İki bin senelik Hıristiyanlık-Musevilik dini, Koca Roma ve Grek Medeniyetleri, henüz “Batı’da” demokrasi tanımında ittifak edememişlerken; Müslümanların tarif ve şartlarını Şeriattan aldıkları ”meşveret-i Şeriyyelerini” demokrasi ile mukayese etmek yanlış olur. Meşveret-i şeriyyedeki ölçülerin, adalet anlayışının, sosyal hayat prensiplerinin ve şûrâda zikredilmesi çok zor olacak yüzlerce değerinin, (dindeki tarif, misyon ve pratiği itibariyle) mevcut demokrasilerin henüz ulaşamadıkları noktalarda olduğunu unutmamamız lâzım.
Şeriat ile uyumlu bir demokrasi anlayışına itiraz edecek ne bir tarikat ve ne de bir dinî cemaat düşünemiyorum. Tarihteki ferdiyetçiliği, taklit edilen saltanatvari postnişinliği, ritüellerle hürmeti korunan necipliği ve kendisiyle meşveret edilmez zannedilen manevî makam sahipliliği gibi hususların; önce Sünnet-i Seniyye dairesindeki ilmi çalışmalar, ihtisas sahibi ve tarikatin bütün esaslarına sadık heyetler ve cemaat-tarikatın bedeninde kanalların açık bırakılmasıyla vücutta meydana gelecek kontrollü dolaşımlar, namahreme şeffaf bir yapı ve her an girdisini-çıktısını murakabe edecek yetkili heyetlerle zaman içinde giderileceğine, imanım kadar inanıyorum. İnsanlarla hiç uğraşmaksızın ve yalnızca şeriat dairesinde; sistemin her türlü hürriyetlere müsait hale getirilmesiyle bütün fitne ve müdahale kanalları kapatılabilinir. Şu halleriyle hem dahilî ve hem de haricî cereyanlarla anlaşarak hayatlarını idame peşindeki bu manevî yapılar, zamanla bağımsızlıklarına kavuşabilecekleri gibi, dış müdahalelerden korunacaklarından dolayı, ”kısmen millî” kimliklere de kavuşacaklardır.
Yukarıdaki ifadeler, dinin mahiyetini bilmeyenlere; tarikat ve dinî cemaatler “demokrasiye uygun değiller” manasını tedai ettirebilir. Büyük İslâm hukukçusu Shobel’in dediği gibi, doğru bir demokrasi uzun süreli bir tekâmülden sonra, ancak İslâm Şeriatına yanaşabilir. Meşveret-i şeriyyeyi yirmi dört ayarındaki altını işleyen bir kuyumcu tezgâhına benzetirsek, demokrasi ancak soğuk demiri işleyen kaba bir atölyedir. Fakat her ikisi de insan için “madene şekil veriyor” diyebiliriz. Bu önemli konunun bütün Müslüman Asya toplumlarının önündeki engelleri ortadan kaldıracağına inandığımız için, önem veriyoruz. Ve inşallah devam edeceğiz…