Zamanı, içinde yuvarlandığımız şu kesretin labirentleri arasında okumak veya değerlendirmek o kadar zor ki.
Olağanüstü kabiliyet ve gayret gerekiyor. Her şeyden önce Allah’ın tevfiki… Fakat herkes, hayatının “Nisanından” başlayarak yaşadığı güne doğru gelebilir. Sükûneti yakaladığında, oradaki hadiseleri, manzaraları ve kahramanları kendince değerlendirebilir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra, onun ümmete miras bıraktığı Kur’ân ve iman dâvâsında koşuşturan talebelerinden çoklarının hayatlarını, mücahedelerini, şahsî renk ve sistemlerini çocukluğumdan bu yana takip edebilecek bir mevsimde, Rabbim dünyaya göndermiş. Safranbolu kahramanlarından Hıfzı Bayram’ın oğlu Hüsnü Ağabeyimizin de vefatıyla, çok da farkına varamadığımız bu mevsimin sona erdiğini artık yaşayarak görüyoruz. Çocukluğumuzda, Üstadımızın bölgemizde vazifelendirdiği Hulusi Yahyagil ile başlayarak, hayatlarının sonunda çokça mülâki olduğumuz Hüsnü Ağabey’e kadar.
Bir devrin kapanması veya bir devrin açılması... Ömürleri şehrin betondan labirentleri arasında geçenlerin, mevsim geçişlerinden haberdar olmamaları normaldir. Bediüzzaman’ın ardı sıra kabre doğru yürümüş kervanın, benim gibi “hay huylarına“ dalanlar da, bir devrin sonuna geldiğimizi, son çınarın yerinden ayrılmasıyla mı, anladık dersiniz… Hâlbuki; Hüsnü Bayram, Mehmet Kutlular, Mehmet Fırıncı, Mehmet Kırkıncı ve daha yüzlerce diğerleri, büyük ve gür bir ormanın semaya ser çeken ağaçlarıydılar. Labirentin çok üstüne çıkıp ormanı göremeyenler, ağaçlara ormanların asliyetinde olmayan hususiyetler izafe ettiler. Ve son çınar da gidince, ne ile karşı karşıya kaldığımızı bundan böyle daha iyi göreceğiz.
Üstadımız, hata tatbik-i nazardan doğar, diyorlar. Teoriyi bilmek ve hatta ezberlemek yetmiyor. Sıkıntılar icra ve tatbikatlarda ortaya çıkıyor. Kur’ân dâvâsına gönül vermiş milyonların okudukları hakikatler “bir” olduğu halde, ağabeyler “kadar telâkkiler” çıktı, ortaya. Hepsi güzeldi. Rablerinin verdiği istidat, kabiliyet ve imkânlara göre o ağabeyler “Nurlar’dan” istifade etmişlerdi. Kokular, renkler, tasvirler, çevreler ve imkânlar elbette farklı telâkkiler suretinde ortaya çıkacaktı. Bediüzzaman’ın “üç önemli Lâhikalar” kitaplarını incelediğimizde, bu farklı karakterlerin, duruşların ve sistemlerin ipuçlarını öyle rahatça hissedebiliyorsunuz ki… Bediüzzaman’ın tedbir, teşvik ve tasarrufuyla bir birinde farklı bu mizaçlar bir potada eritilip kalıplara dökülüyordu, ta 23 Mart 1960’a kadar. Daha sonra; “hayatım Zübeyir’in hayatıyla devam edecek” diyerek nazara verdiği Zübeyir Gündüzalp, teorideki sapmaları Risale-i Nur’daki prensiplerle tekrar düzeltecekti.
Zübeyir Ağabey, Nurlar’dan çıkardığı hizmet prensiplerini ortaya koyarak bütün ağabeylere; Üstadlarının zamanlarında olduğu gibi renklerinden, farklı üslûplarından ve hususî meşreplerinden feragat etmelerini; “Risale-i Nur’a” dönmelerini istemişti. Onlar da “lebbeyk“ diyerek onun ayrılışına kadar sadâkatle sözlerinde durmaya çalıştılar. Yani Risale-i Nur’un rengi, kokusu ve üslûbu meşveretlere hâkim olup ”muhteşem bir Şahs-ı manevî” ortaya çıkmıştı. Tam da Bediüzzaman’ın arzu ettiği gibi.
Peki sonra… Sonrasındaki her hadiseyi kendi şartlarında ve bilgileri dâhilinde konuşmayanlar hem gıybete girerler ve hem de zulüm etmiş olurlar. Zübeyir’in zamanındaki şahs-ı manevinin sonraki yıllarda aynı kuvvette kalmadığında hepsi müttefikti. Herkes şahs-ı manevî diyordu, yalnızca şahıslarının merkezde olduğu bir şahs-ı manevî sürecinin başladığını da itiraf etmeliyiz. Çoğu büyük çınarlar ellerindeki Nurlar’la direkt Üstadlarının manevî hayatı ve hatıralarıyla baş başa kalmışlardı. Bu “cemaat içi ferdiyet” dönemini de garipsememiz gerekiyor. Bin senelik tarihimizdeki “ferdiyet” geleneği, Risale-i Nur’a zahiren taraftar olanların kolaycılığı olarak fertlere yönelmek, okuyup anlama yerine vaaz ü nasihat suretinde Nurlar’ı dinlemek, hayat-ı ictimaiyyeye katılmış bazı talebelerin esas misyonlarından kaçınarak bir ferde sığınmaları, siyasetin bu büyük çınarların dallarına bez bağlamaları ve daha birçok ciddî sebebin; şahs-ı manevî yerine “ferdiyetin” yolunu açtığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca Türkiye’nin “devletçi” geleneğinin de bu ağabeylerin cüz-ü ihtiyarlarına mani olup onların “Nurculuğun şahs-ı manevisini” inşaaya imkân vermemesini de bu çerçeveye dâhil etmemiz gerekiyor.
Bediüzzaman Hazretleri’nin talebelerine yazdığı mektupları dikkatlice incelediğimizde, dünya gözüyle bu dâvâya destek olanlara gösterdiği ihtimamı daha açıkça görüyorsunuz. Bize kalsa birçoğuna, Nur’a hizmet ettikleri çevre, üslûp ve şartlarında belki de “sahip çıkmayacağımız” o kahramanlara Said Nursî’nin büyük iltifatlarını lâhikalarda okuduğumuzda, dâvâya Üstadın gözüyle bakamadığımıza mutlaka hayıflanacağız.
Bediüzzaman, Risale-i Nur mesleğinin temelini attığı Barla’da; talebelerine zamanın cemaat zamanı ve cemaatin şahs-ı manevisinin ancak Üstad olabileceğini yüzlerce defa yazmış ve söylemiş. Fakat bilhassa saff-ı evvellerinde; çok kuvvetli bir tarikat, ferdiyet ve tasavvuf kültürünün varlığını da hissediyoruz. Nakşibendi tarikatına mensup iken, dönüp Bediüzzaman’a talebe olmuş Hulusi Yahyagil’e hitaben yazdığı Mektubat’ın başındaki bahislere, bu zaviyeden bakabiliriz. Ve Isparta’ya döndüğünde kaleme aldığı, mesleğinin iç tüzüğü mesabesindeki “İhlâs Risalesi’ni” okuduğumuzda, şahs-ı manevinin, cemaatin, heyetlerin, şûrânın ve meşveretin; üstadlık makamına nasıl oturduğunu müşahhas örneklerle görüyoruz.
Hüsnü Ağabeyimiz de, ondan önceki diğer ağabeylerimizde sohbetlerinde, mütemadiyen nazarlarımızı kendi şahıslarında keserek “Risale-i Nur’a” bağlamaya çalıştılar. Yukarıda arz ettiğimiz gibi; okumak, anlamak, düşünmek, cemaatin şahs-ı manevisine Nurlar’la dahil olmak nefsimize zor geldiğinden, kolayını seçtik ve ağabeylerin etrafında halelendik.
İşte hepimizin gördüğü gibi, çıplak hakikat ortaya çıktı. Dünyamız hızlanarak mahall-i maksuduna koşarken bu gezegenimizden ebedî yurtlarına uçanlar, bizi “Risale-i Nurlar’la” baş başa bıraktılar. Rabbim imkân verirse, gelecekteki bir yazımızda, bu “YENİ DÖNEM” üzerinde azıcık hasbihal edelim, ne dersiniz…