Bu yazımızda farklı üç coğrafyadaki “din” arka planlı siyasal iktidarların idareleri altındaki dinî cemaatleri veya sivil dinî hizmetleri ele alacağız. Coğrafyalar, iktidarlar ve halkların yapıları aynı görünse de, netice pek değişmiyor.
Arap ülkelerindeki krallık ve emirlikler, İran Şia’sı ve Türkiye’mizdeki AKP iktidarları zahiren çok farklı görünseler de, idare şekilleri “hürriyet ve adalete dayalı demokrasi” olmayınca, neticeler değişmiyor.
İsterseniz İran’dan başlayalım. Hürriyet ve demokrasinin olmadığı yerde bağımsız dinî cemaat mefhumu elbette geçerli olamaz. Rejimin müstebit rengi, din namına ne varsa kendi boyasıyla boyuyor. Dinin temsilcileriyle rejimin temsilcileri aynı boya ile boyalanınca, ahali idarede veya müstebit rejimde gördüğü hatayı bazen dine mal ediyor. Cehalet, inat ve tarafgirlikle bakıyorsa olaylara, bütün menfiliklerde ister istemez dine bir hisse vermeye kalkışıyor. Eliyazubillah bu zihni karışıklığın, bir çok İranlı Müslümanda akidede tahribe yol açtığını, kırk seneye yakındır gurbette müşahede ediyoruz.
İran’a gitmediğimden örneklemeleri daha çok Avrupa’daki İranlılar adesesinden göstermeye çalışacağım. Avrupa veya Amerika’ya göç etmiş İranlıların dinin pratiğinden ve çoğu kez akidesinden kopup gitmeleri hep zihnimi meşgul etmişti… Birçok akademisyen, tüccar ve sanatkâr İranlı ile konuştum. Hayatlarına hemen hemen hiç yansımayan İslâmiyet ile alâkalı soru sorduğumda, genellikle o defteri kapattıklarını söylediler. Konuşanlar da; sol felsefenin şüphe, tereddüt ve tenkitlerini dillendiriyorlardı.
İnanmak ile inanmamak arasında mütereddit milyonların, mevcut rejimin baskısıyla dinî hayatı nasıl yaşadıklarını, artık kenardan- köşeden Tahran sokaklarından da işitmeye başladık. Tahran Havaalanı’ndaki İranlı kadınların hepsi kapalı iken, uçak herhangi Avrupa havalimanına inişe geçtiğinde, bütün çarşafların” fora” olduğunu görenler bu ikileme yalnızca üzülüyorlar.
Hem Suudi’de ve hem de diğer Körfez ülkelerinde de aynı hal yaşanıyor. İran Şia’sından azıcık farklı olduğu hususlar var. İslâm’a fıtrî bir tarafgirlikleri olmasına rağmen “hayat tarzı” olarak tam benimseyemiyorlar. Selefi çizginin bu halklarda kültürel renkler halindeki nakşını da inkâr edemiyoruz. Zaten buralarda dinî cemaatleşmeden bahsetmek için çok çok erken. Krallarını takliden, zenginleri şahıs olarak dine hizmet etmek istiyorlar. Dayanışma, strateji veya düşmana cevap diye bir dertleri zaten yok. Komplekslerle dolu halet-i ruhiyeler içinde bir başka ülkeye gittiklerinde, yaşadıkları tezatları üzerlerinde görüyorsunuz. Dışardan bir bakışla bu ülkelere şeriat ile veya Kur’ân kanunlarıyla idare ediliyor diye düşünenleri şoke eden bir kısım ahalisinin hayat tarzlarının en önemli sebebi, elbette hürriyet ve demokrasinin ülke hayatlarına hâkim olamayışı olmalı.
Türkiye’mize gelince… 28 Şubat mengenesinden,12 Eylül faciasından ve Kemalizm’in geçmiş zulümlerinden kuvvet alarak; neocon-neoliberal ittifakın desteğiyle iktidara gelen AKP’nin Türkiye İslâm’ına katkıları ve götürdükleri üzerinde inşallah yakın bir zamanda akademik çalışmalar yapılacaktır. Kamuoyunun hem yazılı ve hem de elektronik medyada okuduğu yüzeysel çalışmalardan bahsetmeyeceğim. Müslümanlığı, Müslüman temele oturttukları Osmanlılığı ve bilhassa “İslâmlaşmayı“ siyasetinin merkezine almış Sultan Abdülhamid (Allah Rahmet eylesin) geleneğini dillendirerek on sekiz seneden beri bu milletin bütün gündemlerini işgal eden şu siyasal İslâm kadrolarının icraatlarının, liberal geçinenlerce din ile bütünleştirilmesinde, bizim gibilerin ne denli zarardide olduklarını hepiniz biliyorsunuz. Dindar ve dindarlığını hayatî sembolleriyle aksettiren Müslümanların şehir hayatlarında uğradıkları tenkitler ve hükümete hücum edeceğim derken dine sataşan cahil kitleler…
İktidarlarının temel şartı olarak, Neoliberal ve Neocon ittifakına destekleri olarak gören Siyasal İslâmcı kadroların, en küçük bir sıkıştırılmalarında dinî cemaat ve unsurları rüşvet olarak vermesini gören Demokrat Müslümanların; hem demokrasi ve hem de İslâmiyet adına haceletaver hallere girdiklerini de biliyoruz.
AKP iktidarı dinî hayatımızdan çok şey götürmüş. Ve dinî cemaatlerimiz de; başımızda halifemiz ve bütün kadrolar da arkadaşlarımız varsayımıyla; zındıka ve nifak hareketlerine bütün kapı ve menfezleri serbest bırakmışlar. Millî Eğitimimizin müfredat, icraat ve programlarına yakından bakanlar, tereddinin en incitici biçimini göreceklerdir.
Doğru demokrasilerde pozitif ayrımcılık yerine adalet esas alındığından, grupların, mezheplerin ve ırkların birbirilerini suçlamasına imkân tanınmaz. Türkiye’mizin yakın geçmiş tarihine baktığınızda; “Demokrat hükümetlerin” dine hizmetlerinin, nitelik ve nicelik itibariyle “siyasal İslâm orijinli” hükümetlerden çok ilerde olduğunu göreceksiniz. İşte demokrasi ve hürriyet farkı...