Ahirzaman, iman esaslarındaki zaafiyet noktasında pek çok manevi sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Her asır, kendini, Asr-ı Saadet’in parlak nurundan uzaklaşması nispetinde karanlığın içinde bulmuştur.
Resulullah’ın (asm)neşrettiği Kur‘an nurlarına çekilen cehalet ve dalalet bulutları, bu asrı ve insanını keşmekeşe maruz bırakmıştır. Allah (cc) nurunu tamamlayacağını kelamında taahhüt etmiş. Nurun önündeki perdeleri aralayıp, o Nur ile insanları kurtuluşa eriştirecek vesileleri lütfetmiştir.
İnsan, yaratılışı cihetiyle dünyada saadeti istediği gibi, ebedi saadeti de arzuluyor ve ruhuna ekilmiş tüm letâifi tatmin edecek bir dar-ı ziyafeti talep ediyor. Berzah memleketi içinde dehşet verecek çok inkilaplardan selametle kurtulmaya da muhtaçtır. Bu mazhariyetlerin tamamı dünya hayatımızda tercih ettiğimiz yol ile doğrudan alâkadardır. Rasulûllah’ın (a.s.m) “Dünya âhiretin tarlasıdır” hadisi şerifi bu alâkadarlığın tesbitini ortaya koymuştur.
Mahşerin dehşetinden selamette kalmasının en büyük alâmeti Livâ’ül-Hamd-i Ahmedi (a.s.m) altında olmaktır. Sünnet yolunda ilerlemekle imanı kuvvetlendirerek bu liyakat elde edilebilir. Mahşerdeki Liva-ül hamd sancağınının hakikatini fazla gecikmeden dünyada iken aramak gerekiyor.
Ne ararsak, hep Risaletü’n-Nur’da güneş gibi görünüyor. Risaletü’n-Nur şakirtleri dikkat etseler, daha bu fâni alemde iken Livâü’l-Hamd-i Ahmedî Aleyhissalâtü Vesselâm altında bulunduklarını inayet-i Hak’la anlarlar. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh 214.) Hulusi abiye ait mektupta geçen bu tesbit pek çok mektuplarda da teyid ediliyor. Hem de pek çok tahrip tehdidinin altında olduğumuzu, buna karşılık Risale-i Nurun tüm teçhizatıyla tamir görevini yaparak, bizleri Peygamber (a.s.m) sancağı altına dahil ettiğini Kastamonu Lahikası’nda geçen bir paragraf çok güzel özetlemiş: “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor, belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid aletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı ammeyi ve umumun, bahusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakka’l-yakin derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilâçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki bu zamanda Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’câz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişâfâta medardır.” (sh. 53)
Her insanın dünyası, kendi ahiretinin de tarlasıdır. İrade-i cüz’iyyemizi sarf ederek; hayır ve şer tohumlarını ekiyoruz. Dünyamız tarla olduğu içi, mahşerde bir harmandır, Cennet ve Cehennem ise birer mahzendir. Ektiklerimiz biçilip harman olarak önümüze konulacaktır.
Kur’an‘dan ve Sünnet-Seniyyeden süzülmüş olan imani ve içtimai hakikat tohumlarını akıl ve kalb tarlamıza ekmekle beraber,insanların hayat tarlasına bu nurları ekmeye vesile olmak ne büyük bir vazifedir. Dünyada iken livâ-ül hamdin altına girmek ne bahtiyarlıktır.