Bir asır önce Türkiye Büyük Millet Meclisi duâlarla açıldı. İlk mecliste demokrasi ile birlikte muhalefette vardı. Sonradan muhalefet ile birlikte o duâlarda terk edildi.
Uzun yıllar tek parti ve o tek partinin atanmış vekillerinin bulunduğu bir meclis vardı. Muhalefetin olmadığı bir yerde zaten seçilmiş bir meclisten bahsetmek mümkün değildir. Bu meclislere milletin meclisi yerine liderin meclisi demek daha doğru olacaktır. Aslında buna, yani muhalefetin olmadığı, cumhurun genelinin temsil edilmediği, liderin sözünden çıkılmayan yönetimlere, ideolojik Cumhuriyetler denilmektedir.
İdeolojik Cumhuriyetlerde milletin tercihine bakılmaz, karar verilir, o kararlar milletin gözünün yaşına bakılmadan uygulanır. O kararları ne o zaman, ne de sonrasında sorgulayamazsın. Bizde, Kemalizm olarak devam eden bu yapı, bugünde siyasetin genelini etkilemektedir. Demokratım diyenler bile demokrasinin tamamen zıttı olan Kemalizmi, tek adamı savunmaktadırlar. Halbuki Demokratlık, seninle aynı düşünmek zorunda değilim demektir.
Cumhuriyetin demokrat, meclisin, milletin meclisi olması için hürriyet, demokrasi ve muhalefet olması gerekir. Bu şekilde ancak milletin bütün renkleri ve değerleri mecliste temsil edilebilir ve yönetime katılabilir.
Bizde, birçok şeyde olduğu gibi bu Millet Meclisi de tarihte yeni bulunmuş gibi anlatılır. Halbuki öncesinde Osmanlıda, Meclisi Mebusan olarak bildiğimiz meclis vardı. Hatta, yeni açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki milletvekillerinin bir kısmı İstanbul’daki Meclisi Mebusan’dan gelen milletvekilleriydi.
Osmanlı’nın son döneminde padişahlığın, tek adam yönetiminin artık doğru olmadığını, bunun yanlışlara, istismarlara, keyfiliklere, aldanmalara çok müsait olduğu görülmüştü. Padişah iyi olsa bile bir kişinin memleketin bütün meselelerini aynı anda yanılmadan götürmesi mümkün değildi. İdarede, bir aklın çalışmasından çok binlerce aklın çalışmasının daha doğru olacağı kabul edilmişti.
Millet olarak Osmanlıyı, doğruları fazla olduğu için seviyoruz. Fakat yönetim tarzı olarak padişahlık bilhassa ondokuzuncu yüzyıldan sonra artık mümkün değildi. Bunu gören bir kısım aydınlar ve devlet adamları padişahlığın biraz daha sembolik olarak kalmasını ve meşrûtiyetin (demokrasinin) gelmesini istemişlerdi. Maalesef, bunu isteyenlerin çoğu devletini sevmelerine rağmen hainlikle ve devlet düşmanı olarak suçlanmışlardır.
Bu süreç kolay olmamıştı, fakat bu sürece samimî olmayanlarda katılmıştı. Bunlardan, padişaha tek adam diye karşı çıkanların bir kısmı gücü ele geçirince padişahı aratmayacak duruma gelmişlerdi. Başta İttihat ve Terakkiciler, ikinci Meşrûtiyetten sonra bunu yaşatmışlardı.
Bu yanlışlar daha sonraları da devam etti. Söylemlerle eylemlerin tamamen farklı olduğu dönemler geldi. Padişahlığa karşıyız denildi, fakat adeta padişahın yetkisini kullandılar. Meşrûtiyet iyidir dediler, fakat meşrûtiyetin lâzımı ve gereği olan siyasî partileri kapattılar. Artık bundan sonra milletin dediği olacak denildi, fakat milletin önüne senelerce tek bir partinin oy pusulası kondu. Maalesef, ders alınmamış olunmalıki, Kemalizmin getirdiği bu tek adam olma sevdası hâlâ devam etmektedir.
Bir meselede, isim ile müsemma birbiriyle örtüşmesi gerekir. Yani söylem ile eylem aynı hakikati göstermesi gerekir. Allah’ın da bir emri olan “Onların aralarındaki işleri şûrâ iledir” hakikati bizlere aileden cemaatlere, oradan devlete kadar meşveretin önemini göstermektedir. Bu da kolay değildir, emek istemekte, samimiyet istemektedir.