Uslu ve sessiz bir çocuktum. Büyüklerden alabildiğine çekinir; mümkün mertebe aralarına karışmaktan korkardım. Bildiğimi söylemek küstahlık, bilememek acizlikti. Hele bir de ilk çocuksanız, ailenin idealize ettiği normlar üstünüze kova kova boca edilir ve bu görüntüyü ne kadar yansıtıyorsanız o kadar sevilme, takdir edilme, akranlarınıza örnek gösterilme katsayınız yükselirdi. Tersi bir durumda, “Kime çekmiş bu çocuk? Ailenin çürük elması.... Vay benim emeklerim...” serzenişleriyle dolu -ne atılır ne satılır- kabilinden olan ayrık otu menzilinde bekleme yapmanız işten bile değildi.
Bu tablo bizim kuşağın üç aşağı beş yukarı profilidir. Peki mutsuz muyduk? Bu durumdan rahatsız mıydık? Hiç sanmıyorum. Kabullenilmek; değer görmek ihtiyacının bu itaat denklemiyle hayatın her piramidinde geçer akçe olduğu bir dönemde konforunu kim bozmak isterdi ki?
Yanlış anlaşılmasın; anne babanın rızasını almak; hürmette kusur etmemek; duasına mazhar olmak; o duaların manevi gücüyle güç kazanmak; iki dünyanı da mamur etmek değil anlattığımız.
Bu zihniyet ebeveynlerimize de onların büyüklerinden gelen örfi bir itaat, hakim güce boyun eğme duygusunun kültürel kalıplara dökülmüş şekillenmiş halidir.
İtaatın yanına konup; akla kapı açıp meşveret, şura, istişare mekanizmasıyla işletilen ve hakim gücü zulmetmeye meyletmekten uzaklaştıran bir sistemin önce idarede sonra da hayatın her cüzünde devre dışı bırakılmasıyla gelen sağlıksız bir bağlılık anlayışınadır, sözümüz.
Asr-ı Saadetten sonra gelen her idari sistemde dozu biraz daha artan mutlak hakimiyet olgusu zaman içinde dem ve damarlara o kadar işlemiştir k... “Ama şöyle bir durum da var” diyen evladını hayırsızlık, “Ama hocam...” diyen öğrencisini haylazlık, “Ama kocacım...” diyen kadını naşizelik, “Ama kayınvalideciğim...” diyen gelini aile terbiyesinden yoksunlukla etiketleyen asırlardan buyana bünyeden bünyeye intikal eden bir virüstür. Ve bu durumda gösterilen reaksiyon iki türlüdür: Ya bağışıklık sistemini iyice güçlendirip kendini sağlama alıp, virüsün bünyeyi tahrip etmesini engelleyeceksin ya da tamamen sistem dışı bırakıp yokluğa mahkum edeceksin.
İşte; saltanat, istibdat, hakimiyet kavramlarının karşısına konulan demokrasi ve hürriyet taleplerinin siyasi mahfillerde çok dillendirildiği halde içselleştirilememesinin nedeni!
Her devir kendi insanını doğurur, yetiştirir. Bediüzzaman’ın tabiriyle artık beşerin 5. devri yaşanmaktadır. Serbestiyet ve malikiyet asrındayız. Çocuklarımız bizim yetiştiğimiz gibi yetişmiyorlar. Zaten biz de öyle yetişmelerini istemiyoruz; seslerine kulak veriyoruz taleplerini dikkate alıyoruz. Bazen eski oklava ve kızılcık sopalarına rahmet de okumuyor değiliz, ama ne yapalım araftayız. Dem ve damarlara ilişmiş müstebid kodlarımız bazen kısa devre yapmıyor, nüksetmiyor da değil. Ama alışacağız; hürriyet bize çeşitli ideolojilerin süslü paketlerinde ambalajlanıp; nice kargaşa sonunda elde edilebilecek zümrüdüanka değildir. Bilakis Yaratıcımızın sınırlarını koyduğu fıtri bir duygudur. Ve biz fıtratın sesine yani; İslam’ın hükümlerine ne kadar riayetkâr olursak o kadar alem-i beşer üstünde hürriyet güneşlerinin parladığını göreceğiz.
Tıpkı; Asr-ı Saadette yaşanan bu ibretli kıssada olduğu gibi...
SENİ DİNLEMİYORUZ YA ÖMER!
Hazret-i Ömer ( r.a.) zamanında yaşanmış çok ilginç bir hadise vardır. Hazret-i Ömer, Müslümanlara hitap ederken, “Beni dinliyor musunuz ey müminler’’ diye sözlerine başlar. Dinleyenler arasından bir ses duyulur: ’’Seni dinlemiyoruz Ya Ömer.’’ Hazret-i Ömer, o tarafa dönerek ‘’Beni neden dinlemiyorsunuz?’’ diye sorar. Bu sefer itiraz eden şahıs ayağa kalkar ve itirazının gerekçesini açıklar: ’’Biz beraberce savaşa gittik ve kazandık. Savaşın neticesinde bize ganimetler içerisinde bulunan bir kumaştan dağıtıldı. Benim kumaşım azdı ve bir elbiseye yetecek kadar değildi. Fakat bakıyorum, sen aynı kumaştan yapılmış bir elbiseyi giyiyorsun. Demek kendine fazla aldın. Onun için biz seni dinlemiyoruz.’’
Bu itiraz üzerine Hz. Ömer, oğlu Abdullah’a döner bunun nedenini açıklamasını ister. Abdullah bin Ömer (r.a) ayağa kalkar ve konuşmaya başlar. “Evet, savaşta bize dağıtılan kumaş, bir kişiye elbise dikmek için yetmiyordu. Babamın da bir elbiseye şiddetle ihtiyacı vardı. Ben kendi payımı da babama verdim ve ikimizin payından ona bir elbise diktirdik”
Bu cevap üzerine mahcup olan şahıs, “Seni şimdi dinliyoruz ya Emir-ül Müminin’’ diyerek yerine oturur ve Hazret-i Ömer konuşmasına başlar.
Zihinlerde istifham meydana getiren bir mesele böylelikle halledilmiştir. Ne idarecide “bölücülük yapıyorsun;” o zamanki tabirle “fitneyi uyandırma” diye bir serzeniş, ne de talepkârda “koca devlet reisini nasıl mat ederim” gibi bir düşünce. Her iki tarafında tek arzusu hakkaniyet, hak ve yetki ihlallerinin önünü almayı hedefleyen hassasiyet.
İşte tencere tava gürültülerinin sesi kesilip ortalık durulduğunda ve vicdanlara kulak verildiğinde duyulacak ortak ses: Benim keyfimin değil bütün insanlığın istirahatini temin eden hürriyettir arzuladığımız. Eee, bu ortak arzu için bunca itiş kakışın sebebi ne ola?
İstemeyi bilmemekten gelen acziyet belki, bilmemekten gelen fevrilik. Araf’ta olur böyle kargaşa, akl-ı selimle herşey rayına oturur. Yeter ki hüsnüzan olsun.
Sonuna kadar ve hepimiz için!
Dipnot: Bediüzzamanın bir asır önceki tespitlerinin orijinal metnidir: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye îtibâriyle, beşer, birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri, ikinci devri memlûkiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecir devri, beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle tebdil edilmiş; nimmedeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip, hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler dahi bir intibâha düşüp, gayrete gelerek, o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup, fakat olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri zaif-lerine esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, ihtilâl-i kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarâyı ücret mukâbilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukâbil istihdam etmeleridir. Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz mâdenlerde çalışıp, kùt-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip, geçen Harb-i Umûmiden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret vermiş. (Mektubat, s. 353)
Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevkî ediyor. Zîra, beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez.