Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Siyasetle olmuyor



MHP’li Deniz Bölükbaşı’nın sözleri, partisinin başörtüsü meselesinde AKP ile işbirliği yapma gerekçesini bir kez daha açığa çıkarıyor.

MHP, AKP’ye şimdiye kadar hak etmediği bir puan kazandırdığına inandığı “mazlum edebiyatı”nı bitirip bu partiyi Türkiye’nin gerçek gündemiyle yüzleştirmek için böyle yapıyormuş.

Cumhurbaşkanı seçiminde AKP’nin önünü açan tavrının arkasında da bu düşünce varmış.

Mâlûm, 27 Nisan sürecinin bilinen ortamında gerçekleşen 22 Temmuz seçiminde AKP oylarını tırmandıran en önemli sebeplerden birinin “Dindar cumhurbaşkanı seçtirmediler” propagandası olduğuna dair yaygın bir kanaat var.

Benzer bir düşünce, başörtüsü meselesi için de geçerli: “AKP bu sorunu çözmek için çabalıyor, ama sürekli engellendiği için yapamıyor...”

İşte MHP’liler bu iki konudaki politikalarını, AKP’nin elindeki kozları almayı hedefleyen manevralar olarak izah ediyorlar. Yani, işin arkaplanında hasbî ve samimî bir yaklaşım yok, siyasî hesaplar var. Nitekim MHP’li Toskay’ın, “Biz ne yaptığımızı biliyoruz, bunun maliyetini de taşırız, hasadını da toplarız” sözü gayet açık.

Gerçi Toskay bilâhare yaptığı açıklamada “hasat” sözünün çarpıtıldığını ifade ile, “Biz ülke sorunlarını istismar edip siyasî rant hesabı yapan bir parti değiliz” diyerek, oluşan algılamayı düzeltmeye çalıştı.

Ama tablo açıkça ortada.

Başörtüsü bir kez daha partilerin siyasî hesaplarıyla irtibatlandırılan bir mesele olarak gündeme oturdu.

Diyelim ki, bu, siyasetin tabiatında olan birşey. Partiler bir sosyal sorunun çözümü için hangi adımı atsalar, bu çeşit değerlendirmeler kaçınılmaz şekilde yapılacak. Böyle olacak diye partiler hiçbir soruna el atmasınlar mı?

Elbette ki, hayır. Ancak başörtüsü gibi, orasından burasından çekiştirilerek iyice siyasallaştırılan, dahası Erdoğan’ın Madrid’den yaptığı “velev ki siyasî simge olsun” çıkışıyla tümden siyasî tartışmaların içine çekilen bir konuda çözüm için adım atarken çok daha dikkatli olunmalıydı.

Gerek AKP’nin konuyu gündeme getiriş tarzında, gerek MHP’nin yaklaşımında, gerekse iki partinin uzlaşma yönteminde ve uzlaştıkları formülün içeriğinde bu dikkat ve itinanın gösterildiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil.

Sorunun ilk çıkışında da, bu noktaya gelişinde de, “siyasallaştırma” olgusunun son derece olumsuz etkileri kesinlikle gözardı edilmemeli.

Bu olumsuzluk o boyutta ki, geçtiğimiz günlerde yasakçı rektörlerin Üniversitelerarası Kurul aracılığıyla deklare ettikleri hukuk dışı direnişe karşı, akademisyen camiasından yükselen ve şimdiye kadar görülmemiş bir destek bulan özgürlük çağrısına dahi gölge düşürebiliyor.

Son yılların en önemli gelişmelerinden biri olarak görülmesi gereken bu inisiyatif, söz konusu imza kampanyasında öncülük yapan bazı isimlerin iktidar partisiyle içli dışlı olmalarından hareketle karalanmak ve yıpratılmak isteniyor.

Tabiî ki, yasakçı cephenin bu çeşit demagoji ve saptırmalarına kesinlikle prim verilmemeli.

Ama gerek geçmişte, gerekse şu günlerde yaşanan tecrübeler, özgürlük mücadelesinin siyasetten de bağımsız tümüyle sivil zeminlerde yürütülmesi gerektiği dersini bir kez daha veriyor.

Siyasetin öne çıkması, çözümü de tıkıyor.

06.02.2008

E-Posta: [email protected]




İsmail TEZER

Yeryüzünün ‘şifa havuzları’: Denizler



“Kanser ilâçlarının yüzde 65’inin deniz

canlılarından ve bitkilerinden yapıldığı bildirildi.”

(aa)

Şâfi-i Hakikînin, şu dünya eczahanesinde, şifaları nerelere koyduğu, gerçekten de sırlar âlemi.

Şifa kaynaklarının saklanmasında, şüphesiz pekçok hikmet var. İnsanoğlu bu kaynakları aramakla, aslında Allah’ın hikmet eczahanesinden devâlar devşiriyor.

Kur’ân’ın herbir âyetinin zahirî mânâsından başka, her asra bakan pekçok işârî mânâsının da olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman; Kur’ân’ın, Hz. İsa’ya ait bir ifade olan “Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim” (Âl-i İmrân Sûresi: 49.) âyetinin şöyle bir mânâya işaret ettiğini söyler:

“En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve musîbetzede benîâdem! Me’yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermânı mümkündür; arayınız, bulunuz. Hattâ, ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.”

Bu anlamda kanser hastalığına şifa vesilesi olacak ilâçların yüzde 65’inin deniz canlılarından elde edilmesi, insanoğlunun yaptığı araştırmaların ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Ki, zaten mezkûr âyetin işaretiyle, Yaratıcının insanoğlundan istediği gayret de budur.

Aslında daha kimbilir nice devâlar saklıdır denizlerde. Bunların bulunması da hep yapılacak araştırmalara bağlı. Nitekim “Denizleri sizin hizmetinize veren Odur... Bu, Allah’ın size bağışladığı nimetleri arayıp bulmanız içindir; umulur ki böylece şükredersiniz” (Nahl Sûresi: 14) âyeti de buna işaret eder.

Tabiî burada unutulmaması gereken husus, bulunan şifaların, Gerçek Şifa Verici olan Yaratıcı’dan bilinip, O’na şükredilmesidir. Aksi takdirde, şükürden şirke girilmiş ve büyük bir zulüm irtikap edilmiş olacaktır.

Bediüzzaman, Münâcât isimli eserinde, denizleri, dünya misafirhanesinin “rahmet havuzları”; içinde bulunan varlıkları da, insanlığa faydalı özellikleri, güzel ve çekici yaratılışlarıyla, Cenâb-ı Hakk’ı tanıtıp bildiren “deniz hediyeleri” olarak ifade eder.

Dörtte üçü su olan Dünya’nın, denizlerini dahi rahmet havuzu kılan Allah’a, ne kadar hamd etsek az, öyle değil mi?

06.02.2008

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Günah psikolojisi



Yokluk karanlıklarından bu aydınlık dünya âlemine gelen ve aklı olan her insan, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünyada vazifesinin ne olduğunu ve kimin gönderdiğini kendisine sorar. Hayatı boyunca iyi veya kötü bir çok hâl ve durumlarla karşılaşır.

İşte, bahsi geçen soruların cevabını, iyi ve kötünün ne olduğunu bildirmek için bütün ümmetlere peygamberler tâyin edilmiştir. Kaynağı semâvî vahiy olan kutsal kitaplarda, Allah’ın emrettiği şeylerin iyi, yasak ettiklerinin de kötü olduğu öğretilmiştir.

Mukaddes kitapların en sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerîm ve son peygamber Hazret-i Muhammed (asm), hayatın her alanı ile ilgili emir ve yasakları detaylarıyla açıklamış, hayır ve hasenâta teşvikler yaparken, şer ve kötülüklerden kaçınmayı şiddetle emretmiştir. Günahlara karşı takvâ zırhına bürünmeye sevk ederken “Allah katında en makbulünüz, Allah’tan en çok korkanınızdır” ferman etmiştir. Amel-i salihten önce şer ve fenâlıkları def edip uzak kalmayı üstün tutmuştur.

Günah; cezayı gerektiren amel, cürüm, seyyie, hatâ, isyan, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı hareket olarak târif edilir. Psikoloji ise, iyi veya kötü fiil ve amellerden sonra rûhun aldığı hâldir.

Hazret-i Eyyub’un (as) Kur’ân’da anlatılan kıssasından zamanımız insanlarının alacağı çok dersler vardır. Sabır kahramanı olan o peygamberin zâhirî yara hastalıklarının mukabili, Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, bizim bâtınî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilseydik, o mübârek zâttan daha fazla hastalıklı ve yaralı görünecektik. Çünkü, işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve rûhumuzda dehşetli yaralar açar. İmanın tercümanı olan lisanın rûhânî zevkine dokunup, zikirden ve ibâdetten nefretkârâne uzaklaştırır. Küçük, büyük her bir günah içinde inkâra sürükleyecek bir yol vardır. O günah, istiğfarla çabuk silinmezse, kurt değil, mânevî küçük bir yılan gibi kalbi ısırır. Günahın içinde inkâr tohumu saklıdır. Günaha ısrarla devam eden kişide, alışkanlık hâli başlar. Sonra ona âşık ve tiryâki olur. Dönüşü olmayan bir yola girer. Sonra, o günahın azâbı gerektirmediğini temennî eder. Tövbe etmeyip devam ettikçe, inkâr tohumu yeşillenmeye başlar. Çünkü, inkâr tohumunun harekete geçip yeşillendiği alanlar, günah bataklıklarıdır. Günah işleyen kimse, meleklerin varlığından psikolojik olarak rahatsız olur. Küçük bir emâre bulsa, hemen meleklerin inkârına cüret eder. Cezâyı gerektiren günahlar yüzünden önce Cehennemin olmamasını temennî eder, sonra basit bir emâre bulsa, ona ciddî bir delil gibi sarılarak Cehennemin vücudunu inkâr eder. Yâhut, Allah’ın emrettiği namazı kılmadığı için, ruh dünyasında farkında olmadan Allah’a karşı niçin emretti diye bir düşmanlık hissi uyanır. Küçük bir emâre ile Allah’ı inkâra yeltenir. Böylece, ibâdetten gelen cüz’î bir sıkıntıdan kaçayım derken, inkârdaki milyonlarca sıkıntının içine düşer. “Doğrusu, onların kazandıkları günahlar birike birike kalplerini karartmıştır” âyetinin haber verdiği dehşetli hâle yuvarlanır.

Günahlar, ebedî hayatta dâimî hastalıklardır. Allah’ı bilmeyenin ve âhireti inkâr edenin dünya dolusu belâ başında vardır. Cisminin küçüklüğüne bakılarak, işlediği günahları da küçük zannetmemek lâzımdır. Bâzen bir adam, bir milyon kebâiri bir anda işler. Radyo ve televizyon mârifetiyle inkâra dayalı sözler hem sahibini, hem de dinleyenleri büyük günahlara sokar.

Bu zamanda mü’min olanlar da günahlara karşı kısmen hassasiyetlerini kaybettiler. İşlenen günahları küçük görmemek lâzımdır. Günahlara karşı takvayı esas almak gerektir. Günah işlememeye ve kaçınmaya niyet edilmelidir. Taklidî değil, hakikî bir Allah ve âhiret inancına sahip olunmalıdır. Bin cihetten gelen günahlara şahsî bir dil ile değil, bir cemaatin şahs-ı mânevîsinin ortak dilleriyle duâ ve istiğfarla mukabele edilmelidir.

En kolay günah gıybettir. Gıybet, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi salih amelleri yer bitirir. Câiz olup günahı gerektirmeyen dört durumun dışında gıybetten alabildiğine kaçılmalıdır. Helâller ve haramlar bellidir. Şüpheli olanlardan da mümkün oldukça uzak durulmalıdır.

Belli bir sayıya ulaştığımız zaman kitap hâline getirmeyi plânladığımız seminerler serisinin bu haftaki konuğu olan Ahmet Özdemir, yukarıda özetlemeye çalıştığımız seminerini sunmuş, kültür merkezimiz şenlenirken, katılımcı kalabalık âzamî derecede istifâde etmişti.

06.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İstibdada tokat



Son tartışmalar Türkiye’nin ‘düzlüğe’ çıkabilmesi için; daha hür ve daha demokrat olmak gerektiğini bir defa daha gösterdi. Buna ilaveten, ‘önce ekmek’ diyerek bir yere varılamadığı da görüldü.

‘Yasakçı’ların ürettiği korkular, sürekli olarak hür ve demokrat olmanın yolunu tıkadı. Bir hak talep edildiğinde, “Vay, sen de mürtecî mi oldun?” denilerek hak ve adalet isteyenler bu güne kadar susturuldu. Yürürlükteki bazı kanunlar da, hak ve hukuk taleplerini sınırlamak için kullanıldı.

‘Baskı/istibdad’ ile bir yere varılamayacağını görmek için bunca bedel ödemeye gerek var mıydı? Düşüncelerini ifade ettiği için suçlananlar ve mahkûm edilenler, ‘demokrat’ geçinenler için bir bakıma ‘turnusol kâğıdı’ görevini de ifa etmiş oldular. Son günlerde bir meslektaşlarının, sırf ‘konuştuğu’ için mahkûm edilmesine ses çıkarmayıp, ‘başörtüsü yasağını devam ettirmek için’ şaha kalkan akademik kadronun halini düşünün...

Ama bütün bu çelişkilerin, netice itibarıyla hayırlı neticeleri de oluyor. Normal şartlar altında başörtüsü yasağına karşı çıkmayan ya da bunu dile getirmeyen insaf ehli ‘solcu’lar (hatta ‘ateist’ler bile) haksızlığın ayyuka çıkması üzerine başörtüsü yasağına karşı çıktıklarını ilân ettiler. Öyle ki, ikisi de ‘solcu’ olan ‘kardeşler’ bile ‘ihtilâfa’ düştü. ‘Ateist’ olduğunu ilân eden bazı ‘aydın’lar bile yasağın sona ermesini, başörtülü öğrencilerin üniversiteye gidebilmesini savunmaya başladı.

Yasağı savunanların insafsızlıkta haddi aşması, temelde üniversitelerde yaşanan ‘istibdad’ı da gündeme taşımış oldu. Bir öğretim üyesinin ‘dogma’lara karşı çıkmak adına ‘mütedeyyin insanları’ rahatsız edecek şekilde mektup yayınlaması, başka bir öğretim üyesinin ‘Başörtülülere hak ettikleri notu vermeyebiliriz’ anlamına gelecek sözler sarf etmesi, ‘solcu’ları bile çileden çıkardı.

Bu anlamda, çarenin ‘özgürlük’ olduğu, bunun için de önce üniversiteyi özgürleştirmek gerektiği hatırlatıldı. İsmet Berkan, “Önce üniversiteyi özgürleştirsek” başlıklı yazısında şöyle dedi: “Bana soracak olursanız üniversitemizin en önemli sorunu, üniversitenin üniversite olmamasıdır. Orası üniversite değil de bir ‘yükseköğrenim kurumu’ olduğu için, yani bir çeşit yüksek lise olarak görüldüğü için, üstelik de tek merkezden yönetildiği için, sorunlar çözümsüz kalıyor. (...) Bizim 12 Eylül darbe rejiminin eseri olan 2547 sayılı ünlü Yükseköğrenim Kanunu’muzun 4. maddesi aynen şöyle başlar: ‘Yükseköğretimin amacı: a. Öğrencilerini; 1. Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı; 2. Türk milletinin millî, ahlâkî, insanî, mânevî ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan; 3. Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu; 4. Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren; 5. Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı...’

“Görüyor musunuz, yasamız yükseköğretimin amacını anlatırken ‘bilim’ kelimesine, ‘hür düşünce’ye ancak beşinci bende geldiğinde yer bulabilmiş. (...) ‘Atatürk inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı’ öğrenci yetiştirme amacı üniversitenin amacı olabilir mi? Atatürk’ü eleştirmeye yeltenen profesörün hapis cezasına çarptırıldığı bir ülkede başka ‘dogma’ aramaya gerek var mıdır? (...) Orası üniversite mi, beyin yıkama, faydalı vatandaşlar yetiştirme merkezi mi?” (Radikal, 5 Şubat 2008)

Tartışmalar şunu gösteriyor: Yasakçılar kendi kazdıkları kuyuya düşecek inşallah.

06.02.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Brezilya nire, Irak nire?



Yarım asırdır Brezilya’da yapılan Rio Karnavalı haber bültenlerinde yer alır. Özel kanallar muhabirlerini tam teçhizatla donatır, yolluğunu da verir ve gönderir.

Bir bakmışsınız o kanalın muhabiri canla başla Brezilya’daki Rio karnavalını tüm detaylarıyla vermiş.

İşte habercilik budur diye övünürler.

Ya Irak?

Peki, Irak bize çok mu ırak?

Irak’ta olan bitenden niye haberdar değiliz?

Neden burnumuzun dibinde gelişen olayları CNN, BBC, NBC veya Fox’tan öğreniyoruz?

Bunun izahı var mı?

Türk haber ajansları, yabancı ajanslardan daha mı düşük seviyede yer alıyor. Hayır, bana göre, haber ajanslarımız sayılı ajanslar kadar haber ağına sahip… Mesela İHA, CİHAN ve DHA gibi ajanslar Irak’ta çok rahat haber toplayabilir.

REKLÂM VERENLER

En çok reklam alan yerli dizi Avrupa Yakası olmuş. Ardından Kurtlar Vadisi Pusu…

Medya Takip Merkezi (MTM) tarafından haftalık olarak hazırlanan “en çok reklam alan yerli diziler” araştırmasının sonucu böyle.

Aynı gün yayınlanan ve reyting sıralamasında ilk sırada yer alan Yaprak Dökümü ise, en çok reklam alan yerli diziler listesinin, 19. sırasında yer almış.

Elveda Rumeli dizisi, geçtiğimiz haftanın, reklam veren tarafından en çok tercih edilen ikinci yayını olmuş.

Gelelim “Selena”ya. Bu dizi de reklam verenin en çok tercih ettiği üçüncü yapım… Sıralamada 35 dakikayı aşkın süreyle tüketicinin gözdesi.

Gitti Acemi Cadı, geldi Selena.

Sihirli diziler yerden yere vuruldu bir dönem. Uzmanlar peşpeşe uyarıda bulundu. Acemi Cadı kaldırıldı. Ama Selena ve Bez Bebek gibi aptalca diziler ekranda yayınlanmaya devam ediyor.

Bunu anlamak mümkün değil. Hele bir dönem şiddet dizilerine “reklam vermemek için” çağrıda bulunan mantık, nedense en çok Kurtlar Vadisi’ne reklam veriyor. Selena gibi dizilere bütçe ayırıyor.

06.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Başörtüsü kimin bidatı?



Başörtüsü İslâm’ın mı, yoksa yeni rejimin bidatı mı? Bazılarına göre bunun cevabı bedihi yani ‘a priori’dir, ama günümüzde bedihiyat ve müsellemat alanı da tartışmaya açılmıştır. Nifak cereyanı yüzünden herşey allak bullak ve yalama oldu. Herşey birbirine karıştırıldı. Daha on yıl önce Bosna’ya gidişinde başörtüsünü ‘Bacılarımızın namusu ve zırhı’ diye takdim eden Deniz Baykal nasıl olduysa başörtüsünü İslâm’a eklenen yeni bir şart yani bidat olarak görmeye başladı.

‘Yeni bir peygamber mi geldi?’ diye bayağı bayağı soruyor. Bu durumda başörtüsünün dini yeri bulanıklaşıyor. Bu bulanık havada Ruhat Mengi, hocaları ve gelmiş geçmiş diyanet işleri başkanlarını ekrana davet ediyor. İcabet edebilene aşk olsun! Yargıtay başkanvekili Osman Şirin de (Osman Zümrüt’ten sonra) Ziya Paşavari ‘bizim zamanımızda böyle bir şey yoğ idi, iş bu uygulama yeni çıktı’ diye veryansın ediyor. Bu durumda işin sadece kanunî mahiyeti değil dini mahiyeti de tartışılır hâle geliyor. Osman Şirin de derin anayasa yorumcusu Kanadoğlu gibi demiş: “Yasama yetkisi laiklik ilkesine dokunmaya imkân vermez.”

Bazıları bunu daha değişik yoldan söylüyor. Sözgelimi, Fatih Hilmioğlu ‘yüzde 95 ile de gelseler bunları değiştiremezler’ diyor. Bu ne demek oluyor? Yüzde 95, yüzde 5’lik bir ideolojik azınlığın esareti değilse bile tahakkümü altında mı bulunuyor? İslâm dünyasını maalesef ideolojik azınlıklar yönetiyor. İslâm dünyasının ideolojik azınlıklar tarafından yönetildiğini söyleyen zat Cezayir eski başbakanlarından Abdulhamid İbrahimi’dir.

Son sıralarda laiklik ilkesi üzerinden yasakları savunan zümre üst üste mantık hatalarına düşüyor. Bu da giderek histeriye kapıldıklarının bir işareti. Zaten yer altında değil de yer üstünde fay hattını patlatma ihtimali bulunan Celal Şengör de Ahmet Hakan’a gönderdiği mektupta biraz fazla celallendiğini kabul ediyor. Şirin, yaş haddinden emekliye ayrılan iki yargıtay üyesinin veda töreninde yaptığı konuşmada, emekli olan iki arkadaşıyla İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1960 yılında birlikte okuduklarını hatırlattı. Ardından, arkadaşlarına seslenen Şirin, “İstanbul Hukuk Fakültesi’nin içinde ne örtünme ihtiyacını duyan bir kızımız vardı, ne de kapıda ‘örtünmeliyim’, ‘dini inancımın gereği budur’ diye eyleme giden bir kişi vardı. Hiçbirisi mevcut değildi” dedi. Bu tarihe tanıklığı veya tesbiti doğru ama kalıcı doğru değil, arizi doğrudur. Doğruluğu bir dönemle mukayyet ve sınırlıdır. Mustatil yani düz bir çizginin doğrusu değil bir eğreltinin ve bir kırılma döneminin arizi yani geçici doğrusu. Çok ilginçtir Abdullah Azzam hatıralarında kendi dönemlerinde açıklık meselesini şöyle anlatır: “Biz Kahire Üniversitesi’nde okurken kampüste başı kapalı ve İslâmi kılık kıyafete riayet eden tek kişi vardı; O da Seyyid Kutup’un kardeşi Emine Kutup idi...” Ama yetmişli yıllara gelindiğinde durum tersine dönmüştür. Demek ki, Şirin’in İstanbul Üniversitesi’nde müşahade ettiği hâl sadece Türkiye’ye mahsus değildir. Bir dönemin genel geçer gerçeğidir. Ama bugün yasak sadece Türkiye’ye mahsus ve özgüdür. Fark buradadır.

Pekâla! Mısır ve ülkemizde başörtüsüzlük akımı ne zaman başlıyor? Biz bunu da tarihi vetire üzerinden takip edelim. Mısırlı siyasetçi Mustafa Nuhas Paşa ile birlikte (ki Hasan el Benna bu yüzden kendisini paylamıştır) Mustafa Kemal’e hayran olanlardan meşhur Mısır’da ve Arap dünyasında hürriyet-i nisvan akımının öncülüğünü Hüdra Şaravi yapmıştır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde İstanbul’da toplanan Uluslararası Kadın Kongresi’nde Mısır kadınlarını temsil eden Hüda Şaravi Atatürk’e hitaben: “Türkler size Atatürk yani Türklerin babası ismini verdiler. Ben ise size ‘Ataşark’ yani ‘Şarkın Babası’ demek istiyorum” demiştir. Zamanının önde gelen feministi Hüda Şaravi (1878-1947) 1923’de Roma’da yapılan bir kadın konferansından dönüşünde, Kahire garına vardığında trenin merdivenlerinde durdu ve merasimle yüzündeki peçeyi çıkardı. Kadınların onu coşkuyla alkışladıkları ve bazılarının onu izlediği söylenir. Aynı kuşaktan bazı kadınlar Şaravi’yi örnek aldılar. Bir sonraki kuşaktan gelenler istemedikleri takdirde asla peçe takmamışlardır. Demek ki açıklık (sufur) akımı Mısır’da da bizdeki dönemde yani 1923 yılında başlamış. Demek ki bu çığırın tarihi ne kadar da kısaymış. 1970’lerde bitmeye başlamış. 1970’li yıllar hem Arap âleminde hem de İsrail’de dindarlaşma yılları ve hatta dönüm noktasıdır. Türkiye için de aynı şeyler söylenebilir.

İsrail halkını dindarlaştıran şey Araplara karşı kazandıkları zafer iken Arapları dindarlaştıran ve Arap milliyetçiliğini zayıflatan faktör de hezimet olmuştur. 100 yıl geriye gidelim ve kitaplarda ve kartpostallardaki Saraybosna fotoğraflarına bakalım. Baykal’ın başörtüsü dağıttığı İslâm dünyasının en batısında yer alan bu mekân yani Saraybosna bugünün en doğusunda yer alan Afganistan’dan tesettür bakımından farksızdır. Demek ki 100 yıl önce Osmanlı egemenliği altında olan Bosna bugünün Afganistan’ını aratmıyordu. Demek ki açıklık akımı ve yasağı arizi bir dönemin ürünüdür. İşte bizdekiler bu nostaljinin devam etmesini ve Türkiye’nin tarihin müzesinde yaşamasını istiyorlar. İşte kimileri bu arizi dönem ve asr-ı saadetleri hiç bozulmasın istiyor. Bunun için başörtüsüne kâh İslâm’ın bidatı kâh da olmazsa rejimin bidatı diyorlar. Güçlerine göre mevzii alıyor ve tanım buluyorlar. Doğrudan yasaklayamadıklarından ona dini bir kulp takıyorlar. Ama bu kimseye yakışmıyor. Yakışmadığı için de dünya görüşü farklı olsa da Ali Nesin bile yasağa sahip çıkamıyor. Bu en azından insanî bir tavırdır. İslâmî tavırda buluşamadıklarımızla insafın bir gereği olarak pekâla insanî bir tavırda buluşabiliriz. Ali Nesin örneğinde olduğu gibi.

***

Bu anlamda, Mısır gibi İngiltere ve İtalya gibi ülkeler de kamusal alanda peçeyi yasaklasalar ve sınırlandırma getirseler bile onun ötesinde genel bir başörtüsü yasağı koymuyorlar. İngiltere ve İtalya gibi ülkelerde kız öğrenicileri eğitimin her seviyesine başörtüsüyle devam edebiliyorlar. Meşreben en geniş İslâmî anlayışı temsil eden, yaşayan ve pratiğe döken Bosna’da bile insanlar okula istedikleri kıyafetle gidebiliyorlar. Melike Salihbegoviç örnekleri geçmişte; komünist dönemde kaldı. İnsaf dairesinde olanlar nifak cereyanının dışındadırlar.

06.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yasağı yasakçılara havale



Başörtüsüyle ilgili anayasal ve yasal değişikliklerin bugün Meclis Genel Kurulunda görüşülecek olması, onca konu arasında Başkentte meseleyi gündemin başında tutuyor. Ancak “yasakçılar”ın bildik şamataları sürerken, Meclis’te oylanacak değişikliklerin üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırıp kaldıramayacağı tedirginliği devam ediyor.

Zira Başbakan’ın İspanya’dan başlattığı “yasadışı başörtüsü yasağını yasayla kaldırma” teşebbüsü, dönüp dolaşıp yine Anayasa Mahkemesi’nin insafına kalmış oluyor. Çünkü AKP ile MHP’nin üzerinde anlaşıp mutâbakata vardığı taslak, hizmetlerin alınmasında kanun önünde eşitlikle eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılmamasını te’yid etmekle kalıyor.

Görünen o ki daha önce üniversitelerde kılık ve kıyafetin yasadışı olarak tepeden inme keyfî dayatmalarla sınırlandırılıp yasaklanmasında bir işe yaramayan Anayasanın 10. ve 42. maddelerine yapılan makyajın da fazla bir işlevi olmayacak.

Her ne kadar, 10. maddeye “bütün işlemlerde” ifâdesine “kanun önünde eşitlik ilkesi” cümlesi, 42. maddeye “kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz” ibâresinin başına “kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple” cümlesi ve “yükseköğretimde” kaydı eklense de…

Neticede Anayasa Mahkemesi’nin, Anayasada yapılan değişiklikleri “şekil” yönünde anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen “laiklik ilkesi”nin ihlâli olarak görüp “iptal” edebilecek. Siyasî çevrelerde şimdi bunun sıkıntısı yaşanıyor…

* * *

Gerçek şu ki Anayasa Mahkemesi, “yürürlükteki kanunlara aykırı olamamak kaydıyla üniversitelerde kılık ve kıyafet serbesttir” ibâreli Ek-17. maddesini iptal edemediği halde “gerekçesi”nde “çağdaş kıyafet” tanımını koyup başörtüsünü “çağdışı” ve “laikliğe aykırı” yakıştırmasıyla yasakladı.

Anayasa’nın 153. maddesinin Mahkemenin gerekçelerinin kanun yerine ikame edilemeyeceği ve yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde istimal edilemeyeceğini belirttiği halde, göz göre göre Anayasa’ya aykırı olarak yasakçıların eline bahaneler verildi. Türkiye’de hâlen üniversite kapılarında eğitim hakkını engelleyen ve yüzbinlerce mağduriyete sebebiyet verdiren YÖK ve yasakçı rektörlerin indî “yasaklamaları” buna dayandırıldı.

Yapılan şu; Yüksek Öğretim Kanunu’nun Ek-17. maddesinde yapılan değişikliğe bırakılmış oluyor ki, bu haliyle “yasağın kaldırılması” tamamen Anayasa Mahkemesi’ne bırakılıyor. “Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğenim hakkından yoksun bırakılamaz, bu yönde düzenleme yapılamaz” deyip, devamında “başörtüsü”nü târif edip “çene altından bağlanacak” şekilde tanımını getirmiş.

Peki Ek-17’yi “iptal” edemeyen Anayasa Mahkemesi, yeni Ek-17’yi “iptal” edemez mi? Ya da şimdiye kadar Anayasaya ve yasalara aykırı olarak bir “gerekçe”ye dayanarak kanun dışı yasağı dayatanlar, yeniden benzer bir “gerekçe”yi bahane edemezler mi? Bütün bu sorular, yeni düzenlemenin kırılganlığını açığa çıkarıyor…

Bundandır ki, defalarca örnekleri görüldüğü gibi Anayasa Mahkemesi’nin “Cumhuriyetin niteliklerine aykırı” diye Anayasanın iki maddesinde yapılan değişiklikleri iptal etmezse bile, YÖK yasasındaki bu değişikliği iptal edebileceği endişesi, iktidar partisi mensuplarınca da dile getiriliyor…

* * *

Yasağın kaldırılması, bir defa daha yasa maddesindeki değişikliğe bağlanmasıyla bizzat yasağı icâd edip “gerekçeleri” yasağa mesnet edilen Mahkemeye havale ediliyor. Üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması, yine emr-i vaki ile yasağı dayatan rektörlerin “yorumu”na bırakılmış…

Meselenin bu çıkmaza itilmesi, hükûmetin baştan beri yasa dışı yasağın demokratik dirençle değil, popülist “yasa çıkarma” kolaylığıyla çözme yanlışlığından kaynaklanmakta. AKP hükûmeti, bu hususta yapılan onca ikazı dinlemedi, yasadışı yasağı yasayla kaldırmanın çözümü daha da zorlaştırıp yasağı üstelik “yasallaştırarak” katmerleştireceği uyarılarını dikkate almadı. Gelinen noktada, yasağın kaldırılması yine Anayasa Mahkemesi’nin “kararı”na ve hatta “gerekçesi”ne, yasakçıların “yorumu”na kaldı…O halde bunca gerginliğe, gereksiz tartışmaya, gürültü ve patırtıya ne gerek vardı?

06.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Meleklerin gıpta ettiği insanlar



Niçin geri kalışımızla ilgili bir söz açılsa kalkınmış ülkelerdeki okuma aşk ve şevki, çalışma disiplini, tertip, düzen, plân, program, v.s.’den söz eder, eğer gidip gelenlerimiz varsa bir sürü örnekler de sıralayıveririz.

Doğrudur bunlar.

Peki, biz niye geri kaldık veya en azından gelişmiş ülkelere yetişemiyoruz? Meselâ bir Almanya İkinci Cihan Savaşına katıldığı, taş taş üstünde kalmadığı halde bugün bizden bile iki-üç milyon civarında işçi alabilecek kadar ilerleyebildi?

Biz niye onlar seviyesine yetişemiyor, onlarla yarış eder hâle gelemiyoruz?

Düşünen, ülke aşkıyla yanıp kavrulan insanların mutlaka bu soruların cevabını bulup ona göre hareket edebilmek için kolları sıvamaları gerekir.

Maddeten ve mânen kalkınmanın temelinde ilim vardır. Bilgisiz bir yere varmak mümkün olmaz. Müslüman ilim öğrenmekle kalmamalı, bunu yaymalıdır da.

Biz bu makalemizde ilmi yaygınlaştırma ile ilgili Peygamberimizin (asm) teşvik edici bir kısım hadis-i şeriflerine yer vermek istiyoruz. Bu hadis-i şeriflerden haberdar olup da bir Müslümanın ilimsiz, ilmi yaygınlaştırmada gayretsiz olmasını kabullenmek mümkün değil.

Şimdi herbiri birer kılavuz olan bu Nebevî ölçülere bakalım:

İki kimseye gıpta edileceği bildiriliyor bir hadis-i şerifte. Bu kimselerden biri Allah’ın mal mülk ihsan ettiği ve bunu Allah yolunda harcayan, diğeri de Allah’ın ilim ve hikmet verdiği ve bununla amel edip başkalarına yayan kimse.1

Allah Resûlünün (asm) övdüğü, duâ ettiği insanlardır böyleleri. Buyururlar ki: “Bizden bir söz işitip de bunu başkalarına ulaştıran kimsenin, Allah yüzünü aydınlatsın.”2

“Ancak hayırlı birşeyi öğrenmek ve öğretmek maksadıyla benim şu mescidime gelen kimse, Allah yolunda çalışan mücahitlerin mertebesindedir.”3

İnsan öldüğü zaman amel defteri kapanmayan üç kişiden biri de faydalı bir ilim bırakan kimsedir.

“İlim öğrenen de, öğreten de aynı sevabı kazanırlar.”4

“Sadakaların en faziletlisi, bir kimsenin ilim öğrenip sonra da onu Müslüman kardeşlerine öğretmesidir.”5

“Hayra vesile olan kimseye onu yapan kimseye verilen sevap kadar sevap verilir.”6

“Kim hayra çağırırsa, ona tâbi olanların sevabının bir misli de ona yazılır. Yapanların sevabından da hiçbir şey eksiltilmez.”7

Bu ve buna benzer hadis-i şerifler ilmi öğretmenin, yaymanın önemini göstermiyor mu?

Cennetmisâl, güzel, nefis bir dünya kurmada ilmin köşe bucak yayılmasından başka yapabileceğimiz birşey yok. Mutlaka çok okuyan, öğrendiklerini anlatan, yayan insanlardan müteşekkil bir toplum olmak zorundayız.

Dipnotlar:

1- Buharî, İlim: 15.

2- Tirmizî, İlim: 7; Ebû Davud, İlim: 10.

3- İbni Mâce, Mukaddime: 17.

4- Müslim, Vasiyye: 14; Ebû Davud, Vesâyâ: 14; Tirmizî, Ahkâm: 36; Neseî, Vesâya: 8.

5- Keşfü’l-Hafa, 2:66 (Hadis no: 1756.)

6- Müslim, İmaret: 133; Ebû Davud, Edeb: 115.

7- Buharî, İlim: 15, Ebhu Davud, Sünnet: 6.

06.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

Her şeye rağmen kardeşlik!



Beraber yaşamak durumunda olan ve aynı gök çatıyı paylaşan insanoğlu, birbiriyle geçinmek ve karşılıklı saygı beslemek durumundadır.

Özellikle “azamî müşterekler” ile birbirlerine bağlı olan insanların birbirlerini sevmeme gibi bir lüksleri olamaz.

Evet, “asgarî” değil; tam aksine “azamî” müşterekler ile birbirimize bağlıyız. Her şeyden önce “insan” olma noktasında ortak bir beraberliğimiz var. Ayrıca, Rabbimiz bir, peygamberimiz bir, kitabımız bir, kıblemiz bir, vatanımız bir… Bu “bir”ler listesini sayfalara sığmayacak kadar uzatmamız mümkün. Bu yüzden bu ortaklıkların; üstelik üst düzeyde gerçekleşen bu beraberliklerin hatırına “kardeşlik” hukukumuzu sağlamlaştırmak ve bu hususta ihmalkâr davranmamak zorundayız.

Renklerimiz, bölgelerimiz ve iletişim işaretlerimiz “farklı” da olsa; bu kadar üst düzey ortaklıklar karşısında, “farklılıklarımız” sadece birer zenginlikten ibaret kalır. Çünkü bizi “biz” yapan değerlerimizin müşterekliği bizi birbirimiz ile kenetlemiştir. Hz. Peygamber’in (asm) deyimiyle biz, taşları sıkı sıkıya bağlanmış ve kaynaşmış olan binalar hükmündeyiz. Yine onun tabiriyle biz, bir vücudun organları gibiyiz. Bu yüzden herhangi birimizin başına gelen bir rahatsızlık hepimizin uykusunu kaçırır.

Zaten Yüce Allah, bizleri kardeş olarak ilân edip Kur’ân-ı Kerim’in kırk dokuzuncu sûresi olan Hucurat Sûresinin onuncu âyetinde “Mü’minler, ancak kardeştirler” buyurmadı mı? Şu halde kardeş kardeşi sever ve sevmeli!

Ayrıca, Hz. Peygamber’in (asm) buyruğu göz önünde bulundurulduğunda, birbirimizi sevmeme gibi bir “şansımız” da olamaz. Çünkü buyurdular ki: “Sizden her hangi biriniz kendisi için arzuladığını kardeşi için de istemedikçe iman etmiş sayılmaz.” Yani, iman sınıfını geçmemizin “olmazsa olmaz” ön şartlarından bir tanesi ve en önemlisi birbirimizi sevmektir. Başka bir deyimle, sınıfta kalmak istemiyorsak karşılıklı saygı, sevgi ve muhabbet içerisinde olmak durumundayız. Birbirimizin iyilik ve güzelliğini isteme dışında bir tercihimiz olamaz.

- Farklı tercih ve irade içerisinde olanlar olmayacak mıdır?

- Elbette olacaktır; ancak, sonucuna da katlanmak durumundadır.

Karşımızdaki kardeşimizin yüzde doksan dokuz güzel özellikleri varken,—kendi ölçülerimizle—çirkin saydığımız yüzde birlik dilim için, söz konusu kardeşimizi “defterden silmemiz” hangi insaf ile açıklanabilir?

Öte yandan; başkasının işlediği suç ve cinayeti karşımızdaki ilgisiz kardeşimizle ilişkilendirmenin mantığı nasıl izah edilebilir? Yüce Mevlâ; En’âm Sûresi, yüz altmış dördüncü âyette “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” buyurduğu halde masumlara yüklediğimiz isnatların sorumluluğunu nasıl açıklayabiliriz? Aşiret ve aile bağlantıları kurarak masumları “suçlu” ilân etmenin mantığı olabilir mi?

Birbirlerini kardeş telâkkî eden bireylere sahip toplumların mağlûp edilmeleri mümkün olmadığı gibi; aralarındaki tesanüdü bozan ya da sarsan toplulukların kolayca kontrol altına alındıkları bir vakıadır. Hatta aradaki küçük farklılıklar ve ihtilâflar bile büyük tehlike ortamlarında rafa kaldırılır ve gündeme getirilmez. Kaldı ki, o küçük farklılıkları bile izale etmek güçlü topluluklar için son derece basittir.

Fırtınaların çoğaldığı mevsimlerde ufak-tefek deliklerin kapatılması zorunludur. Ancak bu sayede kasırgaların önüne geçilebilir. Yoksa boşluk ve zaaf ile karşılaşan tayfundan merhamet beklemek safdilliktir.

“Ayrılmak” ve “dağılmak” için değil; tam aksine “birleşmek” ve “kaynaşmak” için fırsat ve bahaneler kollanmalı. Birlik ve beraberliği sağlayan formüller üzerinde durulmalı ve tesanüdün yolları aranmalıdır.

Her alanda kaynaşmayı sağlamış ferdler olmamız dileğiyle…

06.02.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Mağduriyet, din ve hukuk



Meclis'in gündeminde hararetli bir madde var: Üniversitelerde başörtüsüne "kısmî serbestlik" hakkı tanıyan kànun tasarısı...

Bu mesele Türkiye'nin başını çok ağrıttı; öyle anlaşılıyor ki, ağrıtmaya da devam edecek.

Zira, bu mesele maalesef esastan da, usûl yönünden de tam bir ucûbe haline sokularak Meclis'e taşınmış oldu.

Dolayısıyla, taraflar arasında yaşanan kavga ve tartışmalar da, tam bir kör dövüşü döngüsünde cereyan ediyor.

Partilerin meseleye yaklaşım tarzına bakıldığında, bu kısır döngünün kolaylaştırmak yerine işi daha da zora sokacağını görmek pekâlâ mümkün.

Görünen şu garabet tablosu, başkaca bir kılavuz istemez:

Anamuhalefet partisinin görüş ve yaklaşımını anlamak hiç de zor değil. Onlar, "başörtüsü serbestisi"ne şiddetle karşılar. Başörtülü (veya türbanlı) vatandaşları devletin resmî hiçbir kurum ve kuruluşunda görmek istemezler. Hatta, ellerinden gelse sokaktaki başörtülülere dahi müdahale etmekten çekinmezler. (Geçmişten örnekler var.) Bu meyanda sağlanacak her çeşit özgürlüğün, mahiyetini dahi bilmedikleri laikliğe zarar vereceğini, ilke ve inkılâpları berhava edeceğini iddia ediyorlar.

Netice itibariyle, bunlar dinî inkişâftan hoşlanmazlar; dolayısıyla, dine dayalı bir örtünme tarzına da şiddetle, yer yer hiddetle muhalefet ettikleri gayet açıklıkla söylenebilir.

Böyle "harbî" denecek bir tutum ve davranış, inananları aldatmaktan, yanılmaktan uzak olduğu gibi, hukukun üstünlüğüne sahip çıkanları da safına çekmekten haylice uzaktır.

* * *

Şimdi dönüp kavganın diğer cenahına bakalım...

Meclis'teki iki partinin (AKP–MHP) üzerinde uzlaştıkları formül şudur: "Başörtüsüne serbestlik hakkı sağlayan bu kànunî düzenleme, kesin olarak üniversite öğrencileriyle sınırlıdır. Örtünme, 'çene altı' şeklinde olacak. Bu serbestliğin dinle, yahut siyasetle bir bağlantısı yok; bu tamamen başörtülü öğrencilerin mağduriyetini gidermeye yönelik bir hukukî düzenlemeden ibarettir."

Âlâ... Demek ki, ortada herhangi bir "dinî hassasiyet" gerekçesi yok.

Esas gerekçe, bir mağduriyeti gidermek... Öyle mi?

Oysa ki, başörtüsünü takanların yüzde doksan dokuzunun esas gerekçesi "dinî hassasiyet" merkezlidir.

Siyasîlerin son şeklini vermiş oldukları kànun tarsarısında ise, bu gerekçenin esâmisi dahi okunmuyor.

Geriye kalıyor, kànunî yahut hukukî gerekçe...

Açıkça ifade edelim ki, meselenin bu yönü de ciddiyetten ve tatminkârlıktan uzaktır.

Çünkü, başörtüsü mağduriyeti sadece üniversite (o da hizmet alanlar) ile sınırlı değildir. Başka yerlerde ve başka alanlarda da aynı türden had safhada mağduriyetler var. Ki, maalesef bunlar söz konusu "kànunî hakkın" dışında tutulmuş durumdalar.

Oysa ki, din umumun mukaddes malı olduğu ve tahsis kabul etmediği gibi, hak ve hukuk da herkese eşit oranda yansımalı ve dahi yansıtılmalıdır.

Bütün bunların gözardı edildiği bir düzenlemenin, bize göre iler–tutar bir tarafı yok.

Hâsılı, hiç kimse dinî veya hukukî hak ve imtiyazdan mahrûm edilemez, edilmemeli.

GÜNÜN TARİHİ 6 Şubat 1937

Sonunda "laik"imizi bulduk

Tek partili Meclis'te bir gün önce kabul edilen 3115 sayılı kànunla, laiklik prensibi Anayasanın 2. maddesine dahil edildi.

1924 Anayasasında "Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir" şeklinde yer alan 2. madde, 6 Şubat 1937 tarihi itibariyle şu hale getirilmiş oldu: "Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir."

Bu metinde yer alan 6 madde, esasında CHP'nin amblemindeki "Altı ok"u temsil ediyor.

Zira, bu maddeler henüz anayasaya girmeden evvel CHP'nin tüzüğüne dahil edilmiş ilkeler şeklinde duruyordu. Aynı ilkeler, İsmet Paşa ve altı partidaşının teklifiyle, anayasanın "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen" 2. Maddesi haline getirilmiş oldu.

* * *

Türkiye, bu tarih itibariyle yeni bir kargaşanın içine sürüklenmiş oldu: "Laiklik dinsizlik midir, değil midir?" kargaşası.

Aynı mânâdaki sıkıntı hâlâ bitmiş değil. Bunun önemli bazı sebepleri var. Bir kısmını şu şekilde sıralamak mümkün:

1) Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı ve bağımsız şekilde yürütülmesi anlamına gelen laiklik, Türkiye'de tek yönlü bir şekilde tatbik edildi: Din, devlet işlerine karıştırılamaz; ancak, devlet istediği kadar din işlerine karışabilir. Bu tarzdaki uygulama, halen de berdevamdır.

2) "Dindara da, dinsize de ilişilmemesi" prensibini güden laiklik, Türkiye'de yine tek yönlü bir baskı unsuru şeklinde istimal edildi: Dinsize alabildiğine serbestiyet tanındığı halde, dindara görülmedik baskılar uygulandı. Bir mü'minin hususî ibadetine varıncaya kadar, her hal ve hareketine müdahale edildi. Zorakî müdahale, halen bitmiş değil.

3) Türkiye'deki laiklik uygulamasının, dünya üzerinde ikinci bir örneği bulunmuyor. Laikliği güyâ ithal ettiğimiz Avrupa'nın hiçbir ülkesinde meselâ kilise yönetimine müdahale edilmiyor; giyim–kuşam veya ibadet tarzına herhangi bir baskıda bulunulmuyor.

06.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah’ın işitme sıfatı



İzmit/Körfez’den Muhammed Işık:

*“Allah’ın işitme sıfatı hakkında bilgi verir misiniz? Acaba Allah’ü Teâlâ duâlarımızı birden nasıl işitiyor? Kaç milyar insanın duâsını hepsini birden nasıl duyuyor?”

Allah’ın (cc) Güzel İsimlerinden birisi Semi’dir. Yani Allah mahlûkatının seslerini, duâlarını, niyazlarını, yalvarışlarını, yakarışlarını kâmil olarak, eksiksiz, bir anda işitir; herkesin her âhını, her sözünü, her çağrısını, her çığlığını eksiksiz ve derhal duyar. Bir ses bir sese, bir duâ bir duâya, bir ah bir aha mani olmaz.

Kur’ân, birçok âyette Cenâb-ı Hakk’ın, “Semi’ ve Basîr”1 olduğunu bildiriyor.

Semi’ ve Kerîm olan Cenâb-ı Hakk’ın, en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafif bir niyazını gördüğünü, işittiğini, kabul edip merhamet ettiğini ve hal diliyle de olsa cevap verdiğini beyan eden Bedîüzzaman, gayet Hakîmâne, Basîrâne ve Rahîmâne yaratılan her şeyin terbiye ve tedbirinin, Semi’ ve Basîr olan Cenâb-ı Allah’a mahsus olduğunu kaydeder.2

Bedîüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesine ve mutlak kudretine hadsiz fiiller, hadsiz sesler, hadsiz duâlar, hadsiz işler, hiçbir cihette ağır gelmez, birbirine mani olmaz, Hâlık-ı Zülcelâl’i meşgul etmez, şaşırtmaz. Cenâb-ı Hak bütün varlıkları birden görür, bütün sesleri birden işitir; O’na göre yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Her şeyin her şeyini görür. Seslerini işitir. Her şeyin her şeyini bilir.3

Saîd Nursî’ye göre, zîhayatların yaratılışına bakıldığında Cenâb-ı Hakk’ın muktedir, muhtar, işitici, bilici ve görücü olduğu asla dikkatli gözlerden kaçmamaktadır. Cenâb-ı Hak en küçük zîhayatları görmekte, bilmekte, dinlemekte, en gizli de olsa seslerini işitmekte ve her şeyi dilediği gibi yapmaktadır. Keza, kulağı veren Cenâb-ı Allah, o kulağın işittiklerini elbette işitmekte, sonra kulağı yapmakta, yaratmakta ve vermektedir.4 Bütün zîhayat mahlûkların elleri yetişmediği ve iktidarları dairesinde olmayan bütün ihtiyaçlarının ve bütün fıtrî isteklerinin, bir nev'î duâ hükmünde olan fıtrî istidat ve zarurî ihtiyaç dilleriyle istedikleri vakitte, gayet Rahîm, işitici ve şefkatli bir gaybî el tarafından verilmesiyle ve ihtiyarî olan duâların, hususan salih kimselerin ve Peygamberlerin duâlarının ekserisinin makbul olmasıyla kat’î anlaşılıyor ki, her dertlinin âhını dinleyen, her muhtacın duâsını işiten bir Semi’ ve Mucîb, perde arkasında vardır ve en küçük bir zîhayatın, en küçük bir ihtiyacını görmektedir. En gizli bir âhını işitmekte, şefkat etmekte, fiilen cevap vermekte ve memnun etmektedir. Keza, işitici olan Cenâb-ı Hakk’a nazaran, insan nev’înin en büyük duâsı olan âhiretin icadı ve en büyük mutluluğu olan ebedî saadetin verilmesi için Hazret-i Muhammed’in (asm) tek duâsı kâfîdir! Cennetin vücudu ve âhiretin icadı, Mucîb, Semi’ ve Rahîm olan Cenâb-ı Hakk’ın kudretine baharın icadı kadar kolay ve rahattır.5

Yaratılış itibariyle temel azalarda birbirlerine birebir benzerlik taşıyan insanların, inceliklerde ve kişiliklerde birbirine nazaran bir hayli farklılıklar arz ettiğini beyan eden Saîd Nursî, benzerlik cihetinin Allah’ın Vahid-i Ehad olduğuna, farklılık cihetinin ise Cenâb-ı Hakk’ın irade Sahibi olduğuna şehâdet ettiğini kaydeder.6 Bedîüzzaman’a göre, insan nev’înin şu farklılığı ile beraber; buğday, üzüm, arı ve karınca gibi nev'îlerdeki benzerlik, Semî ve Basîr bir İrade Sahibinin varlığına işarettir. Gören ve işiten Yaratıcı, birçok türü birbirine yakın bir uygunluk içinde yaratmıştır. Hikmet ile yapılmış bir masnu olan insan, her şeyin Malik’i olan Cenâb-ı Allah’ı bilmekten gafil olmamalı; her şeyin gizli açık feryadını işiten Semî’in varlığı hakkında tereddüt etmemelidir.7

Bedîüzzaman sorar: Bütün kâinatla alâkadar olup, her şeyin minnetine girmektense ve ihtiyaç için bütün sebeplere ve vasıtalara el açmaktansa, bir Rabb-i Vâhid, Semi ve Basîr’e iltica etmek daha rahat ve daha kârlı değil midir? Bir sineğin kafasındaki o küçücük hücrelerin nidalarına “Lebbeyk” diyen Sâni-i Semî’in ve Basîr’in, insanın duâlarını işitmemesi ve o duâlara müsbet cevaplar vermemesi imkânı var mıdır?8

Dipnotlar:

1- Mücâdele Sûresi, 58/1; İsrâ Sûresi, 17/1.

2- Sözler, s. 71.

3- Sözler, s. 629.

4- Şuâlar, s. 15.

5- Şuâlar, s. 193.

6- Mesnevî-i Nûriye, s. 152.

7- Mesnevî-i Nûriye, s. 153.

8- Mesnevî-i Nûriye, s. 59.

06.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri