15 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

Dünyanın hayat damarları


A+ | A-

Kâinat içinde seçilmiş bir misafirhane olarak yaratılan dünyayı ve içindeki her şeyi, yine seçilmiş bir varlık olan insanın emrine ve hizmetine veren Cenâb-ı Hak, o nimetleri gaflet ve dalâletinden dolayı nimet olarak göremeyen insanlara hatırlatıyor ve “Allah’ın size verdiği nimetleri saymaya kalksanız, saymakla bitiremezsiniz.” diye îkaz edip, o nimetlere karşı şükürle mukabele etmeye davet ediyor.

Dünyanın dörtte üçünü tuzlu su olan denizlerle tanzim eden Allah (cc), dörtte birini canlıların yaşadığı kara parçaları şeklinde yaratmış. Yedi kıtadan meydana gelen kara parçalarını da çaylar, ırmaklar, dereler ve nehirlerle yaşanır hâle getirmiş. Tarih boyunca insan toplulukları hep ırmak ve nehirlerin etrafında şehirlerini kurmuşlardır. Çünkü, su hayattır. Su olmayan yerde canlılar hayatını devam ettiremezler. Öyleyse, çayların, ırmakların, dereler ve nehirlerin yaratılmaları tesadüfle îzah edilemez. Bediüzzaman Hazretleri, Allah’ın varlık ve birlik delillerini sıralarken onlardan da bahseder. “Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara; yerden dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünkü, onlara terettüp eden âsâr-ı rahmet olan faydaların ve semerelerin şahadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hâcetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki, bir Rabb-i Rahîm’in teshiriyle ve iddihariyledir. Ve kaynamaları ise, O’nun emrine heyecanla imtisâl etmeleridir.” (Sözler: 1094)

Dünyanın en güzel ülkelerinden biri olan Türkiye, ırmak ve nehirler bakımından oldukça zengindir. En uzun nehrimiz, 1355 km uzunluğuyla Kızılırmak’tır. Sivas ili yakınlarından doğar, bir çok kolları onda birleşir ve Karadeniz’e dökülür. Suyu en bol olan Fırat Nehri 2800 km uzunluğunda ve 971 km’lik kısmı ülkemiz sınırları içindedir. Dicle Nehri, 1900 km uzunluğunda ve 523 km’lik bölümü ülkemizdedir. Irak sınırları içinde Fırat Nehriyle birleşerek Şattü’l-Arap adını alarak Basra Körfezine dökülürler. Tarih boyunca insanların yaşadığı bilinen Mezopotamya topraklarına her iki nehir hayat katarlar. Bu iki nehir, ülkemiz topraklarında üzerlerine yapılan barajlarla GAP Bölgesinin canlanmasına vesile olmuştur. Ceyhan ve Seyhan gibi daha yüzlerce çayları, ırmakları ve nehirleriyle ülkemiz âdetâ bir cenneti andırır.

Dünyanın bütün ülkelerinde muhtelif isimlerde nehirler vardır ve o ülkelere hayat ve bereket katmaktadırlar. Güney Amerika’nın, suyu en bol nehri Amazon’dur. Su miktarı bakımından dünyada birincidir. Bir kıyıdan diğer kıyısına mesafesi bazı yerlerinde on kilometreyi bulur. Amazon Nehri, 6275 km uzunluğuyla And Dağlarından doğar, bir çok kollarıyla birleşerek nihayet Meksika Körfezi deltasında Atlas Okyanusuna karışır. Kuzey Amerika’daki Mississipi Nehri, 6415 km uzunluğuyla en uzun nehirler arasındadır. Sulama amaçlı kullanımıyla binlerce hektarlık alanlara bereket vesilesi olurken, hem elektrik, hem de nehir taşımacılığı hizmetlerinde değerlendirilir.

Dünyanın en uzun nehri ise, Afrika kıtasının can damarı hükmünde olan Nil Nehridir. 6650 km uzunluğuyla bir çok ülke topraklarını geçerek Dimyat ve İskenderiye sahilinden Akdeniz’e dökülür. Mısır devletinin üzerine inşâ ettiği Asuan Barajı dünyanın en büyük barajlarından biridir. Sulama, elektrik ve taşımacılıkta istifade edilir. Nil, Dicle, Fırat ve Ceyhan nehirleri için hadislerde “ Dört nehir Cennetten geliyorlar” diye haber verilmiş. Bu dört nehir belki birer semboldür. Çünkü, ekser nehirler dahi onlar gibidir. Zira, tarih boyunca aktıkları halde suları tükenmiyor.

Bediüzzaman Hazretleri de, Nil Nehrini örnek göstermiş: “Mısır’ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i mübarek, cenup tarafından Cebel-i Kamer denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbu ki, o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısımdan bir kısım olmaz. Varidatı ise, o mıntıka-i harrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vasiayı muhafaza edemediğinden o Nil-i mübarek, âdet-i arziye fevkinde, ‘Bir gaybî Cennetten çıkıyor’ rivayeti gayet manidar ve güzel bir hakikati ifade ediyor.” (Şuâlar, 184)

Evet, ırmaklar ve nehirler dahi en büyük nimetlerdendir ve Allah’ın varlık ve birliğine parlak ve kuvvetli şahitlerdir.

15.12.2010

E-Posta: [email protected]



Hakan YALMAN

Hicrete farklı bir bakış


A+ | A-

Göç, hayatımızdaki en temel kavramlardan ve fiillerden biri. Varlığın başlangıcında bir büyük patlama ile melekûttan mülke göç ile başladığı ifade edilen maddî âlem milyarlarca yıldır süregelen bir göç fiiline sürekli sahne oluyor. Melekûttan mülke yansımalar, beraberinde göçlere de sahne olmuş. Gaz ve toz bulutlarının uzayın derinliklerinde gezegenler ve yıldızlar sûretine doğru göçü... Sonrasında yeryüzünde oluşacak mânâların, gayb âleminden şehadet âlemine göçü ve dünya denen şu şirin gezegeni dolduran muhteşem güzellikler... Ardından bu güzellikleri anlamlı hâle getirecek gözlemci konumunda insanın başlangıç noktası olan Hazret-i Âdem’in Cennetten dünyaya göçü. Yeryüzünde oluşan insan hakikatinin yaşadığı biyolojik süreçler boyunca gözlenen hücre göçleri. Babadan anneye geçen ve orada yumurta hücresi ile buluşan başlangıç hücresi. Zigotun oluşması ve ardından ana rahmine göçü. Ana rahminde insan olmanın biyolojik yönüne doğru bir gelişim süreci. Kemâl noktasına ulaşan bedenin ana rahminden sosyal hayata göçü, anne ile tanışma, ardından baba ve hayatını anlamlandıran ve uzaklardan o hayata etkisi olacak pek çok kişi ile tanışma. Daha sonrasında da tahsil için, iş için, savaş için ve daha pek çok maksatlarla göçlerin bitmediği bir hayat süreci.

Hayat, temelinde göçlerle şekillenen bir süreç şeklinde ifade edilirse herhalde abartılmış olmaz. Aslında her bir değişim ya da Otuzuncu Söz’de ifade ediliş şekli ile tahavvül, bir hicreti, zerrelerin bir yerden başka bir yere göçünü ifade ediyor. Büyük Patlama şeklinde ifade edilen başlangıç ânından itibaren bu değişimler zerrelerin durmak bilmez göçleri hep devam etti ve ediyor. Sanki yatışmayan bir heyecan, bitmeyen bir enerji ile sürekli hareket hâlinde bir varlık âleminin ortasındayız. Bu bakış açısı ile tanımlanan varlık âleminin bu muhteşem enerjisinin asıl kaynağı ile ilgili olarak fizikçiler atom içinde dolaşıp dururken, hikmet ehlinin Sonsuz Cemâl ve Kemâl Sahibi’nin kendi güzelliklerini görmek ve göstermek istemesi sırrı şeklinde izahı daha mâkul geliyor. Esmânın sonsuzluğunun mülkün sınırlılığına hicreti esnasında kırılan kabukların gürültüsü ve yine sonsuz esmânın her ana yansımasından kaynaklanan titreşimler... Bu, Schrödinger’in ‘Hayat nedir?’ sorusuna zerrelerin tâbi olduğu kanunlarda cevap bulma arayışı içinde yalpalayıp dururken, onu da elinden tutup çeken bir izah tarzını da ortaya koymaktır. Belki de bu temel sır içinde sosyal hayatın ve beşerî olanın irtibat noktalarını bulamadığımız için savaşları, toprak paylaşımları, hâkimiyet arzuları, teknolojik gelişimleri tarihî süreçler ile hayat arka planından uzak algılamanın bunalımları ile dolu bir hâl alıyor. Tam bu noktada, asl olana ve öze, eşyanın hakikatine hicret gereği çok şiddetli bir ihtiyaç şeklinde zuhur ediyor.

Evet bunalımlar, buhranlar hicretin gerekliliğine işaret eden anlardır. Bu yüzden isabetle ortaya çıkmış ve musîbet şeklinde adlandırılmışlardır. Bu âna ait İlâhî ikaz ruh dünyamızın derinlerinden gelen bir haykırışa dönüşürken, tüylerimizi ürperten ve bizi aslımıza, özümüze yönelten kalbî bir titreşime yol açacaktır. ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn’. Evet bütün eşya O’nun içindir. Yani Âlemlerin Rabbi içindir. Melekût âleminden mülk âlemine, O’nun isimlerine ayinelik vazifesi ile hicret etmiştir. Bu âlemde vazifesi tamamlanınca, yine aslî âlemine, melekûta ve Rabbi’ne hicret edecektir. En son ve en anlamlı hicret, bu olmalıdır. Öyle olduğundan Yahya Kemal, çok seneler geçmesine rağmen gidenlerin dönmeyişini yerlerinden memnun olmalarına bağlıyor. Aynı hâl her an varlık âleminde zuhur edip uhrevî âlemlere hicret eden ve asıl hayatın olduğu mekânlara göç eden zerreler için de geçerli olmalı ki, giden zerre aynı ile geri dönmüyor.

Muharrem ayı ile beşerî âlemde yaşanan ve hepimizin hayatında bir dönüm noktası olan, asırlar öncesinden âlemimize Muhammedî (asm) nur ile yansıyan güzelliklerin ortaya çıkmasının arzdaki önemli bir basamağı olan hicretin üstünden 1431 yıl geçtiğini anladık. İ’lâ-yı kelimetullah için, kulluğunu hakkı ile yaşayabilmek için arzî vatanın terk edilmesi ‘ileyhi râciûn’, yani O’na yöneliş, aslına dönüş. Göç sırasında bir mağaranın karanlığında Hazret-i Yunus’un (as) balığın karnında yaşadıklarını Sadık Dost (ra) ile hissediş ve ‘Üzülme, korkma, Allah bizimle beraber’ şeklindeki muhteşem ifadede ortaya çıkan rûhî ve kalbî hicret… Bütün bunlar bizlerin ve kâinatın genetik kodlarında Rabb’e yönelişin arzda yaşanan yansımaları olması sebebiyle çok önemli bir anlam ifade ediyor. Bu sebeple hicret önemli bir dönüm noktası ve yılın başı olmayı hak edecek küllî mânâları içinde barındırıyor. Bu noktadan bakıldığında yeni yılın başlangıcında yapılması gereken en önemli şey, kulun Rabbi’ne yöneliş ve aslına dönüş anlamında geçen yılı ve bundan önceki dönemi gözden geçirmesi ve kapsamlı bir nefis ve ömür muhasebesi içine girmesidir.

Bu aslında, İbrâhimî (as) bir gelenektir. Bütün dinlerin buluşma noktasında bir nebî olan Halîlullah (as), hicreti yaşayan önemli isimlerdendir. Bunu anlatan bir yazıda konu şöyle ifade edilmektedir:

“Âyetlerde Hz. İbrahim (as) ve Hz. Lut’un (as) Allah’ın emriyle hicret edip, güzel bir yurda yerleştikleri bildirilmektedir. Rabbimiz, Kur’ân’da bu iki mübarek insana ve soylarına nasip ettiği hayırlı sonu şu şekilde haber verir: ‘Onu ve Lut’u (as) kurtarıp, içinde âlemler için bereketler kıldığımız yere çıkardık. Ona İshak’ı (as) armağan ettik, üstüne de Yakub’u (as); her birini salihler kıldık. Ve onları, Kendi emrimizle hidayete yönelten önderler kıldık ve onlara hayrı kapsayan fiilleri, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar Bize ibadet edenlerdi. Lut’a (as) da bir hüküm ve ilim verdik ve onu çirkin işler yapmakta olan şehirden kurtardık. Şüphesiz onlar, bozulmaya uğrayan kötü bir kavimdi. Onu rahmetimize soktuk, çünkü o, salihlerdendi.” (Enbiyâ Sûresi, 71-75)

“Hem Hz. Lut (as), hem de Hz. İbrahim (as) hicret etmişler, yani yaşadıkları evlerini ve yurtlarını Allah’ın emriyle terk etmişlerdir.

“Hicret, ancak salih mü’minler tarafından gerçekleştirilebilecek bir ibadettir. Dinden uzak yaşayan insanlar, bütün varlıklarını bir anda arkalarında bırakıp bilinmeyen bir yere doğru göç etmeye yanaşmazlar. Evleri, eşyaları, mal ve mülkleri onlar için çok önemlidir. Oysa bir mü’min nereye giderse gitsin, Allah’ın kendisine nasip ettiğinin en hayırlısı olacağını bildiği için, hiç tereddüt etmeden varını-yoğunu bırakıp Allah’ın rızası için hicret edebilir. Hz. İbrahim (as) ve Hz. Lut (as), bu teslimiyeti ve tevekkülü en güzel şekilde göstermişlerdir. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için dünyadan vazgeçmiş, karşılığında ise Rabbimiz onları hem dünya hayatında bereketli bir yere yerleştirmiş, hem de ahirette sonsuz cennet nimetlerini bahşetmiştir.

“Allah’a güvenen ve hayatlarının her ânında mutlaka bir hayırla karşılaşacaklarını bilen mü’minler de her zaman peygamberler gibi Allah’a teslimiyetli davranmalıdırlar. Çünkü gelecek endişesi ve dünyaya ait hırslar, ancak din ahlâkından uzak yaşayan insanlara mahsus özelliklerdir. Rabbimiz maddî menfaatlerinin peşine düşmemelerinin bir mükâfatı olarak mü’minleri, hem dünyada, hem de ahirette eşsiz nimetlerle müjdelemektedir.

“Bunun yanında Kur’ân’da, Allah’tan büyük bir nimet olarak, peygamberlerin sahip oldukları büyük mülkten bahsedilir. Hz. Davud’a (as) dünya hayatında büyük bir mülk verilmiş, Hz. Süleyman (as) kimsenin güç yetiremeyeceği bir kuvvete ve zenginliğe sahip olmuştur. Allah Kur’ân’da Hz. İbrahim’e ve soyuna da büyük bir mülk verdiğini bildirir: ‘Yoksa onlar, Allah’ın Kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu Biz, İbrahim ailesine Kitab’ı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk de verdik.’ (Nisa Sûresi, 54)

“Mal, mülk ve iktidar, inkâr edenler veya gaflet içindeki insanlar için hemen her zaman kibir ve şımarıklık sebebi olur. Oysa peygamberler ve onların yolunu izleyen mü’minler, Allah’ın kendilerine verdiği mal ve mülkü, O’nun rızasına uygun olarak din ahlâkının yayılması için, hayırlarda kullanırlar. Ayrıca mü’minlerin önemli bir özelliği de, mülkün tamamen Allah’a ait olduğunu bilmeleridir. Salih Müslümanlar kendilerine dünya hayatına dair nimetler verildiğinde Rabbimize şükreder, ancak bu nimetler eksildiğinde de yine Allah’a kalpten hamd eder ve güzel bir sabırla sabrederler. Çünkü onlar dünya hayatında bir denemeden geçirildiklerinin ve Allah’ın inananları eşsiz cennet nimetleriyle ödüllendireceğinin bilincindedirler: ‘İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır. Rableri onlara katından bir rahmeti, bir hoşnutluğu ve onlar için, kendisine sürekli bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onda ebedî kalıcıdırlar. Şüphesiz Allah, büyük mükâfat katında olandır.’ (Tevbe Suresi, 20-22)”

Aslında, Hazret-i İsa’nın (as) yeryüzünden üçüncü hayat mertebesine hicreti de nazara alındığında hicret kavramı bütün dinlerin ortak kavramı olarak kabul edilmelidir. Bu, gelecek zamanlar içinde dinlerin bütünleştiği ve vahyin farklı zamanlarda farklı tarzlarla yeryüzüne ulaşmasının, farklı isimlerdeki dinlerin yeryüzüne inişinin İslâm adı altında tevhidi sürecinde üzerinde çalışılması gereken önemli kavramlardan olacaktır. İnşâallah bu da, bütün peygamberlerin Mescid-i Aksa’da Hazret-i Muhammed’in (asm) arkasında namaz kılmak için hicretlerinin, dinlerin asıllarına hicreti şeklinde sosyal hayata yansıması olacaktır.

15.12.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

‘Ben bakmadım ne kaybettim; siz baktınız ne kazandınız?’


A+ | A-

Biz her şeyi merakımız sayesinde öğreniriz. Zira, merak ilmin hocasıdır. Ne var ki, merakımızı çok basit dünya işlerine, hayatımızda hiç lâzım olmayacak haberlere de ayırırız. Halbuki Nasreddin Hoca gibi demeliyiz.

“Hocam demin biri bir tepsi baklava ile buradan geçti!”

“Bana ne?”

“İyi ama sizin eve gidiyordu?”

“Sana ne?”

Ehl-i imanı ve özellikle Nur talebelerini kasup kavuran hadiselerden birisi, dünya cereyanlarını, habelerini merak ile takip etmektir.

O kanal senin, bu kanal benim, ömrümüzü dünya boğuşmaları içinde zayi edip gidiyoruz.

Tanzanya’nın ormanlarında neler olmuş? Uganda’da neler dönüyor? Balinalar Avustralya’nın sahillerine nasıl vurmuş?

Bütün bunlardan haberimiz var, ama evimizden haberimiz yok! Çoluk-çocuğumuz hangi sefahet ve sefalet sahilerine vurmuş; bilmiyoruz! Oğlumuz nerede, kızımız nerede, haberimiz yok!

Bediüzzaman, “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla (geleceğiyle) alâkadar olan dehşetli Harb-i Umumî (II. Dünya Savaşı)” ile ilgili seneler geçtiği halde hâlâ hiçbir şey sormuyor, merak etmiyor! Halbuki bir kısım dindar ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp haberleri dinlemeye koşuyor! Bu hâl karşısında sorulan şu: “Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?”

Şimdi, verdiği cevaptan bir bölümünü takip edelim:

“Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.”

Evimizle, çoluk-çocuğumuzla ilgilenmezken, onları düzeltemezken mahallemiz, şehrimiz ve koca Türkiye’ye nasıl nizâmât verebiliriz?

Oysa, “bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme (dünyayı ele geçirme) dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.”1

İşte, o dâvâ ise, ebedî bir hayatı kazanıp kazanamama ile ilgilidir.

Tuttuğu futbol takımının kazanıp kazanamadığını merak edenler, acaba ebedî hayatı garanti altına mı almış?

Bir mü’min, “Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekerâtta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?”

“‘İnsan şüphesiz ki çok zalimdir’ (İbrahim Sûresi: 14:34.) âyetine en âzam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acip zulümlere bakmak da caiz değil. Çünkü zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zalim olur; meyletse ‘Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur‘2 âyetine mazhar olur. (...)

“Hem zındıka, nifak hasiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın günahlar, faydasız boynunda kalır. Risâle-i Nur şakirtlerinin vazifeleri iman olduğundan, hayat meseleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikate binaen, değil on üç ay, belki on üç sene dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?”3

Dipnotlar: 1-Şuâlar, s. 184-185.; 2-Kur’an, Hûd Sûresi, 113.; 3-Kastamonu Lâhikası, s. 160-161.

15.12.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Yolun kolayı iman etmektir


A+ | A-

Re’fet Bey: “Meyve Risâlesi’nde, Âyetü’l-Kürsî’nin tetimmesi olan âyette ebced hesabı ile 1417 tarihi çıkıyor. Bu tarihin hükmü ve mânâsı nedir?”

On Birinci Mes’elenin Haşiyesinin Bir Lâhikası’na kaynaklık eden âyet Âyetü’l-Kürsî’den sonra gelen iki âyettir. Mânâları şöyledir: “Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Kim insanları Allah’ın yolundan saptırıp isyana sürükleyen ve birer mâbud gibi kıymet verilen tâğûtları reddeder ve Allah’a iman ederse, işte o kopmaz ve kırılmaz sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, her şeyi eksiksiz bilendir. Allah iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır. Onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur. İnkâr edenlerin dostu ise tâğûtlarıdır; onları iman nurundan mahrum bırakıp inkâr karanlıklarına sürükler. İşte onlar Cehennem ateşinin ehlidir. Orada ebediyen kalacaklardır.”1

Âyet, dinde zorlama olmadığını, hak ile batılın birbirinden iyice ayrıldığını, tâğûtları reddeden ve Allah’a iman edenlerin kopmaz bir kulpa yapışmış olacağını, iman edenlerin dostlarının Allah olduğunu, inkâr edenlerin ise tâğûtlarını dost edinmiş olacaklarını gündeme alan mesajlarıyla sanki çağımıza hususî bir biçimde hem şefkatle, hem de tokatla bakıyor gibidir. Üstad Hazretleri de bu iki âyetten ebced hesabıyla çağımıza bakan tarihler çıkarır.2 Bu tarihlerden birisi de, “İnkâr edenlerin dostu tâğûtlardır” cümlesinin ebced hesabı ile karşılığı olan 1417 tarihidir. Ki, içinde bulunduğumuz rûmî yıl 1426; hicrî yıl ise 1432’dir.

İnsan iman ettiğinde, Allah yolunda kopmaz bir ip olan Allah’ın kitabına sımsıkı bağlanır. İnkâr ettiğinde de, kendisine bağlanacağı, inanacağı, kulu ve kölesi olacağı bir “tâğût” bulur. Yani ya Allah’a iman eder, Allah’ın kulu ve kölesi olur, yalnız Ona ibadet eder, yalnız Ona sığınır ve yalnız Ondan yardım ister. Onun için yaşar, Ona döneceğini ve Ona hesap vereceğini bilir. Ona ve Onun dinine hizmet eder. Ya da Allah’a iman ve itaat etmez, ama dünyevî putların kölesi olmaktan da kendini kurtaramaz.

Yani, yol ikidir. İnsan, iki yoldan birisini tercih etmekle mükelleftir. Allah’a îmân ederse Allah’ı dostu bulacak, Allah’a dost olacak, Allah’ı sevecek, Allah’ın rızâsını arayacak, Allah tarafından sevilecek ve Allah’tan yardım görecek; Allah’ı bırakıp tâğûtları tercih ederse, aydınlıktan karanlığa çıkacak, tâğûtları tokatları gibi yüzünde şaklayacak. Yani bir yanda Allah’a iman, itaat ve teslimiyet, diğer yanda tâğûtlar. Bu, tarih boyunca böyle ola gelmiştir.

Demek insan Allah’a iman etmemekle kolay ve hafif bir yol bulduğunu boşuna zannetmektedir. Aslında en zor ve en çetrefilli çıkmaz bir sokakta yuvarlanmaktadır. Dünyevî putların kahrını çekmek daha zor ve daha sıkıntılıdır çünkü. Kendisine karşı kusur işlediğinde affı ve bağışlaması yoktur. Yağcılık yaptığında şefkatini, merhametini ve mükâfatını görmez.

İnşaallah; “Allah’a iman” noktasında dünya çapında bahar sancıları yaşıyoruz. Baharda bereket ve hayat getiren fırtınalar ve tecelliler bazen ağır gelebilir, şiddetli olabilir, göz yaşartabilir. Ama dünyada dünya için yaşamıyoruz. Allah için varız ve Allah’a döndürüleceğiz. O halde vereceğimiz bedel, göreceğimiz mükâfat yanında elbette çok ucuz düşecektir. Çünkü Allah cömerttir, Allah zengindir, Allah kadir-kıymet bilendir, Allah en iyisiyle karşılık verendir, Allah ihsan ve ikram edendir, Allah unutmayandır, Allah ölümsüzdür. Allah inananlarla beraberdir.

Bununla beraber, Cenâb-ı Hakk’ın, iman, hidayet, huzur ve muvaffakiyet nimetlerini bize pahalı vermemesi, elbette duâmız ve dileğimizdir. Binaenaleyh, verilen bu tarihleri gelecek bahar noktasında hayra yormalı ve vazifemize devam etmeliyiz.

DUÂ

Ey Câmi-u Rahîm! Kışımızı bahara çevir! Baharımızı cennete tahvil eyle! Bize küfran-ı nimet verme! Gönlümüzü şükran-ı nimet ile tezyin eyle! Kalplerimizde merhamet kıl! Aklımıza muhakemeyi hâkim eyle! Ehl-i imanı fitne ve fesattan muhafaza kıl! İslâm’a ve Müslümanlara inayetini lütfeyle! Âmin!

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, 2/256, 257

2- Asâ-yı Mûsâ, s. 79

15.12.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Arapça, Türkçe, Kürtçe


A+ | A-

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve

renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 22. âyet)

Ortadoğuda yaşayan milletler arasında, Arap, Türk ve Kürt milletleri aynı coğrafyada yaşayan diğer halklara oranla hem sayı olarak, hem de Ortadoğu tarihinde oynadıkları rol bakımından baskın unsurlardır. İslâm akîdesi gereği, Kur’ân-ı Kerim’in vasfettiği kopmaz kuvvetli bir bağ olan “ Urvetü’l Vuskâ” (İslâm) ile bir birine kenetlenmiş bulunan bu üç milletin dilleri temelde farklı olsa da, yüzyıllardır aynı coğrafyada kâim olmalarından dolayı birbirlerinden kelime alışverişleri olmuştur. Buna binâen, bir Arap Türkçeyi veya Kürtçeyi İngilizceden daha rahat öğrenebilir; hakeza, bir Türk de Kürtçeyi veya Arapçayı İngilizceden daha rahat öğrenebilir diye düşünüyorum. Çünkü bu üç dil arasında, özellikle Türkçe ve Arapça arasında ortak olan kelimeler o kadar çok ki, saysanız bitiremezsiniz.

Hucurat Sûresi 13. âyette “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır” deniyor.

Bu âyet ışığında Doğu Anadolu’yu bakanlar, aynı köyü paylaşan Türk ve Kürt milletlerinin bir birlerinin dillerini rahatlıkla konuştuklarına şâhit olmuşlardır. Ben de kendi akrabalarım içinde bu durumu bizzat görmüşümdür. Kürt halam ve amcam çok rahat Türkçe konuşurlardı; Türk dayılarım ve teyzelerim de ana dilleri gibi iyi derecede Kürtçe konuşabilirlerdi. Aynı durum Güneydoğu için de geçerli. Araplar Kürtçeyi, Kürtler ise Arapçayı rahatça konuşabilirler.

Üç necip halkın sahip olduğu bu ortak özelliğe yüz yıl öncesinden dikkat çeken Üstad Bedîüzzaman, bu güzelliğin eğitime taşınmasını arzulamıştır. Kahire’de bulunan Ezher-i Şerifin Anadolu’daki kız kardeşi olarak Van vilâyetinde kurmak istediği “Medresetüzzehra” üniversitesinde uygulanmasını ön gördüğü eğitim dilinin modelini gayet vecîz bir şekilde çizen Üstad, “Arapça farz, Türkçe vâcip, Kürtçe câiz” demiştir. Derin mânâlar ifade eden bu cümle üzerinde siyasilerin, eğitimcilerin, sosyologların düşünmeleri gerektiğine inanıyorum. Çünkü ümmetin sıkıntılarına çare olabilecek reçeteler hükmünde tespitlerde bulunan Bedizzaman’ın bu tespitinin de ne kadar doğru olduğunu ortaya çıkmış bulunuyor.

Ülkemizde ve Ortadoğu’da hızlı bir değişim olduğunu müşahede ediyoruz. Hızlı değişimle beraber düne kadar ağza alınması tabu olan meseleler veya garipsediklerimiz artık normal görülüyor. Hatta yasak olan şeylere ihtiyaç dahi duyulmaya başlandı. “Normalleşme” adını verebileceğimiz bu gelişmeler inşaallah çok fütuhata yol açacaktır.

15.12.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Banu YAŞAR

Yanlış alarm -panik atak-


A+ | A-

Acil servislere nefes alamama ve kalp krizi geçiriyor şüphesiyle gelen birçok hastada çoğunlukla teşhis aynıdır. Kişiye her türlü tetkik yapıldığı halde, sonuç negatif çıkar. Yani bir sebep bulunamaz. Kişi yaşadığı şeyden ve geçirdiği nöbetten emindir, ama bir türlü buna sebep olacak bir şey bulunamaz. Nöbetler sıklaşır, kişinin korkuları ve kaygıları artar, fakat bir türlü bu şikâyetlerin neden yaşandığına dair fiziksel bir rahatsızlığa da rastlanılamaz.

Ve sonuç... Teşhis; panik atak…

Bu nöbetler genellikle aniden gelir. Yani hiçbir sebep yokken de ortaya çıkabilir. Kişi nefes alamadığını ve boğulduğunu hisseder. Ölüyor olduğunu zannedip korkuya kapılır. Göğüste daralma ve sıkışma, baş dönmesi, sersemlik hissi, çarpıntı, kalp atışlarını duyumsama görülür. Üşüme ve terleme hissi, kontrolünü kaybedeceğini zannetme olabilir. Bu süreç yaklaşık on dakika içinde doruğa ulaşır, en yoğun şekilde yaşanır ve sonra yavaş yavaş kişi sakinleşir ve normale döner.

Bu durum sık sık tekrarlayabileceği gibi aralıklarla da seyredebilir. Kalp kriziyle çok karıştırıldığı için genellikle doktor doktor dolaşıp tetkikler yapılır, bir sonuç alınamaz. Acil servislere bu şikâyetlerle başvuran birçok kişide de panik atak tanısına rastlanır.

Vücut sanki yanlış alarm verir. Yani gerçek bir ölüm tehlikesi olmadığı halde, psikolojik kökenli sebeplerle kişi ölüyor olduğunu ve hayatını kaybettiğini zanneder. Bu yanlış alarm sinyalini vücut gerçek bir tehlike olarak algılar ve fiziksel tepkiler verir. Nefes daralması, boğulma hissi ve ölüyor olduğunu zannetmek gibi…

Panik atak, kişinin hayatını zorlaştıran ve kısıtlayan bir rahatsızlık…

Kişinin korkularını arttıran, yalnız hareket etmesini zorlaştıran bir süreç… Kişi bu nöbeti yaşadıktan sonra kalabalık yerlerde, otobüste, yollarda veya evde yalnız olmak istemez. Yanında güveneceği birisinin olmasını ister. Yalnız olabileceği durumlardan kaçınır. Hastaneye yakın yerlerde olmak ve yakın oturmak onun için önemlidir. Dışarı çıkarken abartılı tedbirler alabilir, tüm yakınlarının telefon numaralarını yazıp, yanında taşır. Gideceği yere hastaneye yakın yolları kullanarak gitmeye çalışır. Bu gibi durumlar onun kaygısını ve korkularını daha da artırır.

Panik atağın kalıtsal yani genetik bir yönü de vardır. Ailede bu rahatsızlığı geçirmiş kişilerin olması riski daha da artırır. Genetik faktörler birçok hastalıkta olduğu gibi psikiyatrik rahatsızlıklarda da önemli bir etkendir. Yatkınlık hastalığın ortaya çıkmasında önemlidir.

Panik atak genellikle utangaç, sıkılgan, duygularını söylemekte zorlanan, kimseyi kırmak istemeyen, istemediği bir durum karşısında hayır diyemeyen, sıkıntılarını içine atan insanlarda daha fazla görülür. Çünkü bu tip insanlar duygularını ve sıkıntılarını içlerine atıp, bastırdıkları için, zaten hayatın içinde nefes almakta, kendi hayatlarını yaşamakta da zorlanırlar. Adeta somutlaşmış halini de panik atak nöbetleri sırasında yaşarlar. Kişi nöbet ânını çok kötü yaşadığı için, ancak yaşayanın bilebileceği yoğunlukta acı ve korku hisseder.

Panik atak tedavi edilebilen ve tedavisi mümkün bir rahatsızlıktır. Farmakolojik yani ilaç tedavisi ve terapi ile kısa sürede yol alınabilmektedir. İlaç tedavi yanında terapiyle desteklemek hastalığın tekrarını önlemektedir. Kognitif terapilerle artık daha kısa zamanda yol alınmaktadır. Burada önemli olan kişinin tedavi konusunda istekli ve terapistiyle işbirliği içinde olmasıdır.

15.12.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yılbaşı tuzağına düşme!


A+ | A-

Geçen yıllarda olduğu gibi bu sene de insanları ‘yılbaşı’ tuzağına düşürmek için elbirliği yapanlar var. Ekonomik kriz sonucu işsizliğin artması, ‘tuzak kuran’ların da iştahını kabartmış. Maalesef, kısa yoldan zengin olma hayalleri kuranların bu tuzağa düşme ihtimali daha fazla.

Yeni yıla kavuşmak insanlar için bir ‘muhasebe’ vesilesi olması gerekirken, tam aksine kumarın teşvik edilmesine vesile kılınıyor. Günler, hatta aylar kala yılbaşındaki ‘büyük piyango kumarı’nın tanıtım ve reklamları yapılıyor.

‘Kumar’ olduğu tartışma götürmeyen bir alışkanlığın ‘talih kuşu’ olarak sunulmasına gereği kadar itiraz ve tepki gösterilmemesi de ayrı bir sıkıntı. Böyle kötü bir alışkanlığının teşvik edilmesine, reklamının yapılmasına ve insanların yanıltılmaya çalışılmasına en ciddî itirazın ilahiyat camiasından gelmesi gerekir. Belki bir iki ‘hutbe’ ile bu konudaki yanlışlığa dikkat çekiliyor, ama sözkonusu hutbelerin bu büyük ‘yangın’ı söndürmeye yetmediği ortada.

Peki ne yapılmalı? Elbette ‘talih kuşu’ adı altında kurulan bu ‘tuzak’lara itiraz için ‘hutbe’ler verilmeli, ama daha geniş kitlelere ulaşılmanın yolları da aranmalı. Bunun için gerekiyorsa basın toplantıları, açık oturumlar ya da sempozyumlar da yapılmalı. Hakikaten bu meselede iş ‘olur’una bırakılamaz. Günümüzde iş ‘olur’una bırakılmanın yanı sıra, medya araçları vasıtasıyla ‘haber’ görünümlü teşvik edici yayınlar bile yapılıyor.

Yılbaşını vesile ederek insanlara ‘tuzak’ kuranlardan biri de bankalar. “Sen al, kart ödesin” anlayışıyla insanlar sürekli olarak tüketime teşvik ediliyor. Tüket, tüket, tüket! Aslında ürünleri ‘tüket’tiğimizi düşünürken, gerçekte geleceğimizi tükettiğimizin farkında mıyız? Hem, bu tuzağa düşen insanların başına gelen ‘felâket’lerden hiç kimse ders almayacak mı?

En masum gibi görünen kredi kartları bile tek başına bir ‘tuzak’ hâline gelmişken, yeni ‘kredi tuzakları’ kurmanın bir anlamı var mı? En az ‘yılbaşı kumarı’ kadar bu tuzaklara da dikkat çekilmeli, insanlar ciddî mânâda uyarılmalıdır.

Herkesin, her türlü vasıta ile insanları dünyaya çağırdığı günümüzde, aksine insanları gerçekleri görmeye çağıranlara daha fazla ihtiyaç var. Nasıl ki ‘başkaları’nın kendilerini ateşe atması, bizim de kendimizi ateşe atmamızı gerektirmez; aynı şekilde ‘Başkaları tüketiyor, ben de tüketeyim’ demek de anlamsızdır.

Bugüne kadar yılbaşı vesile edilerek yapılan ‘israf’ın hesabını yapan oldu mu? Kaba bir hesapla ‘milyar dolar’lık bir israf sözkonusudur. Peki, Türkiye bu miktarda bir parayı israf edebilecek kadar zengin midir? Değildir ve olsa bile bu parayı israf etmeye yine de hakkımız yoktur. Bilmem, ‘komşularımızın aç’ olduğunu ve ‘Komşusu açken, kendisi tok yatan bizden değildir’ hadis-i şerifini ayrıca hatırlatmaya gerek var mı?

Tüketiciler Birliği Genel Başkanı haklı olarak vatandaşı ikaz edip, “Bir gecelik tatil, eğlence için bir yıl ya da daha uzun süre borç ödenmesi çok mantıklı değil. Bankaların çağrılarına aldanmayın” (AA, 12 Aralık 2010) demiş. Fırsat ve zaman varken; benzer ikâzların diğer STK’lardan gelmesini de bekliyoruz...

15.12.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Rakamlarla çarpıtılan ekonomi…


A+ | A-

Meclis’te peşinen 33.5 milyarlık açıkla başlanan bütçe maratonu, hükûmetin 2010 yılı son zam furyasıyla aynı zamana denk geldi.

Böylece, Türkiye’nin “sıcak para” ekseninde ekonomi ve siyaseti tartıştığı süreçte, seçim öncesi bizzat Maliye Bakanlığı’nın “ekonomik verileri”ne göre Türkiye akaryakıtta yüzde 70’lere varan vergi payıyla vergi rekortmeni olduğu gibi, Avrupa’da akaryakıtı en pahalı kullanan ülke olarak “açık ara”yı daha da açtı.

Yine açıklanan rakamlarla “teğet geçen kriz”e rağmen, büyümenin sürdüğü ve fert başına düşen millî gelirin 15 bine yükseldiği bildiriliyor. Oysa ekonomistler, bu hesabın doğru olmadığını, “sıcak para” ve ithalata yönelik rakamların bu büyüme içinde birlikte hesaplanarak çarpıtıldığını belirtiyorlar.

Bu hususta sürekli “krizin etkilerinin geçtiği”nden dem vuran ve “pembe tablolar” çizen Başbakan ve ekonomi ile ilgili bakanların, üzerinden on sene geçmesine rağmen, büyümeyi hep 5.7 küçülmenin olduğu 2001 kriziyle mukayese etmeleri tam bir komedi.

Oysa “krizin teğet geçmediğini”, devletin resmî kurumu Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), “İkinci Dünya Savaşından buyana görülmeyen 13.8’e varan resmî küçülme raporu”yla ortada.

Kaldı ki ekonomistler, “rakamlarla büyüme”nin her zaman gerçek büyüme, kalkınma ve gelişme anlamına gelmediğini; halkın gelir seviyesinin ve alım gücünün yükselmediğini, bunun “küçülerek büyüme” olduğunun altını çiziyorlar…

EKONOMİNİN VAZİYETİ…

Yatırım, üretim ve istihdamdan yoksun, bütçe açığı, dış ticaret açığı ve düşük döviz kuru politikalarıyla kırılgan ekonominin hali meydanda. Krizde yüzbinlerce fabrika, şirket ve işyerinin kapanması, resmî rakamlara göre yoksulluğun en temel sebebi olan ve yüzde 11’le 13 arasında seyreden işsizliğin gizli işsizlerle yüzde 20’leri aşarak, işsizler ordusuna milyonlar eklenmesi, tarımla birlikte hayvancılığın çökmesi, Türkiye’nin et ve canlı hayvan ithalatına rağmen kurban fiyatlarının komşu ülkelere göre birkaç kat yükselmesi, ekonominin vaziyetinin açık göstergeleri…

Gerçek şu ki, uluslararası iktisadî ölçümler, “Türkiye’de ekonomi pekiyi” propagandasının altının boş olduğunu bildiriyor. Londra merkezli “Legatum Institute”nın, “2010 Refah Listesi”ne göre, Türkiye 110 ülke arasında 80’inci sırada olması, bunun bâriz belgesi.

Bu bakımdan, 2001 krizi sonrası ekonominin dibe vurmasının ardından IMF’ye bağlanan “Derviş yasaları”yla yüzde 70’lerden hızla düşme trendine girip yüzde 29’lara düşen süreçte enflasyonun düşmesinin de bir kıymeti kalmıyor. Çünkü halkın gelir seviyesine göre pahalılık aynen devam ediyor…

Gerçek enflasyon, en evvel iktidar partisine mensup belediyelerin ulaşımdan diğer hizmetlere yaptıkları zamları, başta akaryakıt olmak üzere çeşitli girdilerde yüzde 125’lere varan artışları gerekçe göstermeleriyle ortaya çıkıyor.

Başbakan’ın en çok övündüğü IMF ile ilişkiler ise, Gelir İdâresi’nin özerkleştirilmemesiyle gelirlerin kontrol altına alınmaması ve halkın hizmetinde olması lazım gelen büyük şehir belediye şirketlerinin taşeron firmalara verilerek ticarette istimaliyle tıkanmış. Hükûmetin “resti”nden değil…

KRİZ DÖNEMLERİYLE KIYAS!

Diğer yandan, “Türkiye’deki çok yüksek emekli maaşlarının çılgınlık olduğu”ndan şikâyet edip, yoksulluk sınırı altındaki milyonlarca düşük emekli maaşından tek kelime değinmeyen Maliye Bakanı’nın, “Çift haneli büyüme hızını sürdürecek tasarrufumuz yok, ana yapısal problemlerimizi çözmüş değiliz” deyip, ardından “Gelecek yıl seçim yılı, 2011 yılının ilk yarısında daha fazla harcamayı plânlayabiliriz” cümlesi. “seçim ekonomisi”nin açık ikrarı.

Bakan’ın, “Bir tek dikenli konu var, o da carî işlemler açığı” itirafı, ta Wall Street Journal’de haber verilen “ithalatın hızlanmasına karşı ihracattaki büyümenin sınırlı kalmasıyla cari açığın Türkiye’yi tehdit ettiği” uyarıyı te’yid etmekte.

Doğrusu, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM), savaş yıllarını hatırlatan ekonomik daralmanın, rekor işsizlik ve sanayi üretiminin durma noktasına gelmesiyle ihracatta büyük düşüş olduğu, ithalatın 100 milyar doları aştığı, cari açığın üstünde borçlanma yapıldığı tesbiti, ekonomi karnesinin kırıklarla dolu olduğunu açığa çıkarmakta.

Bu süreçte hükûmetin ekonomiden sorumlu eski Bakanı’nın “AKP hükûmeti, ekonomide dünyanın en başarısız hükûmeti” değerlendirmesi ile Maliye eski Bakanı’nın bildik üslubuyla “Kriz herhalde Başbakan’ı teğet geçti” istihzası çarpıcı…

Bu arada, Türkiye’de son on yılın ekonomik politikalarının en büyük mağdurlarını, çiftçiler, emekliler, memur, esnaf, işsizler gibi geniş halk kitleleri oluştururken, Başbakan ve bakanlarının ekonomiyi hep 2001 kriziyle mukayese ederek, “Türkiye’nin 2007 krizini teğet geçtiği” yorumlarını boşa çıkarmakta...

Bundandır ki, Başbakan’ın ve ilgili bakanların, ekonomiyi hep kriz dönemleriyle kıyası, rakamlarla çarpıtıp saptıran siyasî söylemin ötesinde bir anlam ifâde etmiyor…

15.12.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Said Nursî ve gazeteler


A+ | A-

Bundan 102 yıl önce İstanbul’da çıkan gazetelerin çoğunda makaleleri yayınlanan Bediüzzaman Said Nursî’nin, söz konusu gazetelere yönelik genel bir eleştirisi vardı.

Devrin gazetelerini, haysiyet kırıcı neşriyatlarıyla İslâm ahlâkını sarsıp kamuoyunu perişan etmekle suçluyordu Bediüzzaman. (Eski Said Dönemi Eserleri, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 124)

Ona göre, gazetelerin iki önemli görevi vardı:

Biri, gidişattaki olumlu ve olumsuz gelişmeleri duyurup halkı bilgilenmek; diğeri, hatîb-i umumî ve mürebbî-i efkâr olmak, yani topluma seslenen hatipler olarak, fikirleri terbiye etmek.

(Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, s. 187)

Birinci görev, gazetelere hak ve millet hakimiyeti adına müfettişlik, denetim işlevini icra edecek keskin kılıçlar olma vasfını kazandırıyor.

İkincisi ise, fikirleri geliştirecek yönde yayınlar yapılmasını gerektiriyor. Bu da okuyucuların derinlemesine bilgi sahibi kılınmasına bağlı.

Gelişmeler doğru bilgilerle ve konunun farklı boyutlarını ortaya koyan detaylı yorumlarla sunulmalı ki, okur isabetli bir karara varabilsin.

Bu yapılmayıp da, birbirinden kopuk parçalı bilgi kırıntıları haber diye sunulur, haberin temel unsurları eksik bırakılır, dahası farklı niyet ve hesaplarla orasından burasından kırpılıp püf noktaları gizlenir ve önemsiz detaylar öne çıkarılarak konular çarpıtılırsa, hem fikirler sathîleştirilip sığlaştırılır, hem de zihinler karıştırılır.

Ve darma dağınık bir “kamuoyu” oluşturulur.

Üstadın, dinsiz felsefenin getirdiği sonuçlardan birini ifade ederken kullandığı “Beşerin beynini bin parça etmiştir” sözü (Sözler, s. 882), bu dağınıklığın en ileri boyutuna dikkat çekiyor.

Bütün yanlış, eksik ve arızalarına rağmen yine de fikir eksenli bir ağırlıkta çıkan Osmanlı matbuatını İslâm ahlâkını sarsmak ve kamuoyunu perişan etmekle suçlayan Said Nursî’nin bu eleştirileri, izleme gereği dahi duymadığı cumhuriyet basını için çok daha fazlasıyla geçerli.

Çünkü cumhuriyet adı altında tek partiye dayalı koyu bir istibdad-ı mutlak rejiminin uygulandığı o dönemde gazeteler resmî ideolojinin propagandisti olmakla görevlendirildi ve farklı, hele muhalif görüşlere hayat hakkı tanınmadı.

Havanın biraz yumuşar gibi olduğu 1940’ların sonlarına doğru dinî muhtevalı yayınların çıkmaya başlaması üzerine de, Matbuat Umum Müdürlüğünce, bu tür yayınlara derhal son verilmesini ihtar eden sert ultimatomlar çekildi.

Bilhassa dinî neşriyatın yasaklandığı ve farklı fikirlere izin verilmeyen o dönemin bir başka özelliği, hem fikirleri sathîleştiren, hem de ahlâkî değerleri aşındırmaya çalışan yayınların alabildiğine serbest bırakılıp tervicine çalışılmasıydı.

Bu noktada, “okunacak” değil, “bakılıp atılacak” gazete çığırını başlatan Simavi ekolünün çok özel bir yeri ve işlevi var. Sedat Simavi’nin Hürriyet’ten önce yıllarca çıkardığı Yedigün dergisindeki en belirgin özelliğin müstehcenlik olması da, böyle bir bağlamda son derece anlamlı.

Bu derginin 25.7.1934 tarihli sayısında çıkan bir plaj yazısındaki “Birbirini andıran mayolar içtimaî farkları ortadan kaldıran birer demokrasi bayrağı gibi görünüyor” cümlesi ise, ülkenin tek parti diktasıyla yönetildiği bir devirde demokrasinin bu zihniyet tarafından nasıl yorumlandığını gösteren ironik bir örnek teşkil ediyor.

Ve bu örnekler, aynı zamanda yine Üstadın “On para kazanmak için ahlâk-ı İslâmiyeyi esasıyla sarsan istihzaat ve terzilât (alaycı ve aşağılayıcı yayınlar) ve müstehcenat ile ezhan-ı şûrede (çorak zihinlerde) ahlâk-ı rezîlenin (rezil ahlâkın) tohumlarını serpiyorlar” (Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, s. 187) tesbitini teyid ediyor.

Bütün bunlara karşı Üstadın çağrısı şu:

“Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı. Ve onların sözleri kalb-i umumî-i müşterek-i milletten çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i halisa tanzim etmeli.” (a.g.e., s. 124)

15.12.2010

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Meclisimiz silâhlanmayı teşvik ediyor


A+ | A-

Silâh hiç masum bir âlet değildir. Savunma maksadıyla dahi bulundurulması sakıncalı ve tehlikelidir. Bireysel silâhlanma ise insanlığın geleceği açısından oldukça tehlikeli bir eğilimdir.

Hangimiz bir ortamda silâh varken tedirgin olmayız? Şarjörü boş olsa dahi korkutur silâh. Hani derler ya, “Şeytan doldurur” diye… Ne yazık ki günümüzde silâhları insan dolduruyor ve insanların üzerine boşaltıyor yine mermileri…

Şehir magandaları, düğün magandaları, maç magandaları… Suçlular, soyguncular, katiller bir yana da, hiçbir kötü niyeti olmadığı halde silâhı hayatına sokan ve bu silâhla hayatlar karartan cahiller de var…

Silâh bir endüstri, bir sanayidir. Uyuşturucuyla birlikte belki de dünyanın en büyük sanayisi… Uyuşturucu da, silâh da hayat karartıyor zaten. Birileri de bu işten büyük rant elde ediyor. Toplumları, devletleri savaşa sürüklüyor ki silâh satabilsin. Herkesin belki de ezbere bildiği bu gerçeğe karşı kaç kişi aktif mücadele ediyor ki?

Bireysel silâhlanmanın da en az devletlerin silâhlanması kadar tehlikeli olduğunu ve hatta daha vahim olduğunu fark edebiliyor muyuz?

Bununla mücadele için ne yapılıyor hükümetler tarafından? Hiçbir şey…

Hiçbir şey yapılmaması bir yana, bizim meclisimiz bireysel silâhlanmayı cesaretlendirecek yasalar çıkartıyor…

Evet TBMM İçişleri Alt Komisyonu’nda görüşülmekte olan ve bireysel silahlanmayı kolaylaştıracak yasadan bahsediyorum… Neyi öngörüyor yasa peki? Bir insanın 5 silâh alabilmesini ve pompalı tüfek kullanma yaşının 21’den 18’e indirilmesini öngörüyor. Yani medyada sık sık duyduğumuz “pompalı tüfek cinayetlerinin” aktörleri bundan böyle yasal olarak 18 yaşında olabilecek… Tabiî ki yasalar hiç kimseye git bir tüfek al ve insan öldür demiyor. Ancak yasaların suça giden yolları zorlaştırması gerekiyor aynı zamanda…

Daha vahim olan bir şey de var… O da silâh reklamına dair yasakların kaldırılması. Alt komisyonda benimsenen şekline göre yasa, silâh reklam ve tanıtımlarının fuar, gösteri ve basılı eser yoluyla yapılmasına izin veriyor… Ayrıca tasarı ile silâha erişimi kolaylaştıran sağlık raporu alımı da esnetiliyor. Tam teşekküllü devlet hastanesinden heyet raporu yerine, sağlık raporu yeterli bulunuyor.

Evet işte bunları İçişleri Alt Komisyonu yapıyor… Türkiye’nin “iç işlerine” dinamit koyacak bir tasarıyı tartışabiliyor ve hatta benimseyebiliyor.

Yasa çalışmaları sırasında komisyonun dinlediği isimlerden biri—aynı zamanda AKP’li olan— Silâh Üreticileri, Satıcıları ve Sevenleri Derneği Başkanı Cuma İçten… “Silâh seven” bu silâh tüccarı beyefendi, “Silâh bizim âdemoğlunun bir gerçeğidir. Millet olarak silâh kültüründen uzaklaştığımız sürece, devlet olarak da silâh kültüründen uzaklaşmış oluruz. Kuvay-ı Milliye hareketi ve millî mücadelede yaşadığımız sıkıntılar unutulmamalıdır” diyerek savunuyor yasayı… 1300’e yakın bayisinde silâh satan bu insan, silâhın devletler ve milletler için “vazgeçilmez” olduğunu ileri sürüyor. Silâhtan para kazanan bu kişinin böyle sözler sarf etmesi belki de şaşırtıcı değil. Ancak vahim olan bu tip insanların milletin meclisine yön verebilmesi… Tıpkı büyük silâh tacirlerinin uluslar arası siyasete yön vermesi gibi…

Hatırlarsınız bir zamanlar İstanbul Beyoğlu’nda birisi çıkmış ve mağazaların, evlerin camlarını çerçevelerini indirerek gösteri yapan PKK sempatizanlarına pompalı tüfekle ateş açmıştı… Başbakan Tayyip Erdoğan da bunun üzerine garip bir açıklama yapmış ve “Vatandaşlarıma özellikle sabır tavsiye ederim. Fakat bu sabır nereye kadar olacak? Bunun da endişesi içindeyim. Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kastederseniz, hayatına kastettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle imkânı varsa kendisini savunma yoluna gidecektir” diyerek bu eylemi adeta mazur göstermişti.

Şimdi çıkarılacak olan bu yasayla 18 yaşından itibaren herkes kolaylıkla pompalı bir tüfeğe sahip olabilecek. Hazır başbakandan da tasvip görmüşken herkes kendini bu pompalı tüfeklerle savunabilir. Böylece başbakanın bu endişeleri de boşa çıkmamış olur…

Hem de yukarıda ismini zikrettiğimiz sayın silâh tüccarının da dikkat çektiği “Kuvay-ı Milliye” ruhu geri gelmiş olur…

Öyle ya, Anadolu’yu kasıp kavuran Ermeni ve Kürt çetelerine, İngiliz muhiblerine ve sair memleketimize tehlike arz eden düşmanlara karşı tedbirli olmalıyız.

Kim bilir belki de bir gün şehirlerimizden birinin adını da “Teksas” olarak değiştiririz.

15.12.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.