Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Nurlarla iştigal |
![]() |
Risale-i Nur’daki hizmet prensipleri, bize hem istikamet üzere yürümenin temel parametrelerini sunuyor, hem hiç eksik olmayan engelleri aşmanın yollarını gösteriyor, hem de her hal ve şartta huzurlu ve mutlu olabilmenin formüllerini önümüze koyuyor. Onun için, külliyatı Kur’ânî bir rehber olarak benimseyip bu gözle okuyanlar, bütün problemlerinin çözümlerini, bütün suallerinin cevaplarını ve bütün sıkıntılardan çıkış yollarını, eserlerin satırlarında ve satır aralarında bulabiliyorlar. Böylece, Üstadın “Risale-i Nur kâfidir” beyanıyla ifade ettiği hakikati de yakînen yaşıyorlar. Külliyat baştan sona bu mânânın zengin örnekleriyle dolu. İmanî bahislerdeki izahlarla söz konusu cevap ve çözümlerin aklî ve kalbî temelleri inşa edilirken, lâhika mektupları ve müdafaalarda da pratiğe yönelik boyutları veriliyor. Bu bakımdan, külliyatı bir bütün olarak, her bir eserin kendi makamında riyaseti olduğunu bilerek ve her tekrarda, bahisler arasında yeni bağlantılar keşfederek okumak, insana sürekli yeni ufuklar açıyor ve âlemini zenginleştiriyor. Ve öyle zamanlar oluyor ki, önceki okuyuşlarda fark edilmeyip de en son okumada göze çarpan önemli bir nüans, iç dünyamızda son derece derin bir inkılâbın tetikleyicisi olabiliyor. Bu itibarla, Risale-i Nur’u Kur’ân’ın bu zamana dersi ve mesajı bilerek okuyanların, başka bir feyiz kaynağına ihtiyacı yok. Risale-i Nur yeter. Pratikteki sıkıntı, tıkanıklık ve inkıbaz hallerinin aşılması noktasında her zaman geçerli ve yol gösterici prensip ve tavsiyeler ihtiva eden ve Şualar’da yayınlanan hapishane mektupları da, bu bağlamda hep okunması gereken metinler. Hele Afyon hapsi gibi, baskı ve tazyiklerin ayyuka çıktığı, maddî ve manevî şartların dayanılmaz derecede bunaltıcı ve bezdirici olduğu bir mekânda yazılan mektupların, o ortam ve şartlarla tamamen ters orantılı bir şekilde ferahlatıcı ve huzur verici bir muhtevaya sahip olmaları, başlı başına hayranlık uyandıracak bir husus. O mektuplardan birinin sonundan aktaracağımız iki cümle, meramımızı anlatmaya yeter: “Kardeşlerim, ben Nurlarla meşgul oldukça sıkıntılar azalıyor. Demek, vazifemiz Nurlarla iştigaldir ve geçici şeylere ehemmiyet vermemek ve sabır ve şükretmektir.” (Şualar,s. 815) Üstadın lâhika mektuplarını okuyanlar, bu minvaldeki mesajların her vesileyle, sık sık ve tekrar tekrar vurgulandığını çok iyi bilirler. Bu ısrarlı ve mükerrer hatırlatmalara bizlerin de çok ihtiyacımız var. Çünkü zaman zaman “geçici şeyler”e takılarak, bu dünyaya gönderilişimizin hikmetini oluşturan asıl hedefleri gözden kaçırma hatasına düşebiliyor ve esas itibarıyla bundan kaynaklanan moral bozukluklarına, sıkıntılara, açmazlara sürüklenebiliyoruz. Ama Nurlarla sürekli meşguliyet, bizi bu çeşit tuzaklara düşmekten ve onların yol açacağı çok yönlü sıkıntılardan kurtarıyor. Gündemimizi hep iman hakikatleriyle belirlememizi sağlıyor. Mazhar kılındığımız, ama sıkıntılı hallerimizde unutuverdiğimiz sonsuz nimetlere şükür vazifemizi hep hatırda tutmamızı netice veriyor. Sıkıntıları aşıp zafere ulaşmanın anahtarı olan sabır silâhını, risalelerde detaylarıyla anlatıldığı şekilde doğru kullanmanın yolunu gösteriyor. Ve bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç, bize çok basit ve sade, ama o nisbette etkili bir saadet formülünün temel prensiplerini sunuyor. Geçici sıkıntılara ehemmiyet vermeyip, onları sabırla aşmak ve böyle hallerde nazarımızdan gizlenen nimetleri hatırlayıp şükürle yola devam etmek. İmanın verdiği harika formül bu. Bu formülden haberdar olup, tahkikî okumalarla iç dünyamıza mal ederek hazmedebilmenin ve gereğini günlük hayatımıza yansıtabilmenin yolu ise “Nurlarla iştigal”den geçmekte. Bize düşen, bu iştigalin hakkını verip, Zübeyir Gündüzalp’in dediği gibi, dem ve damarlarımıza karışacak derecede okumak, okumak, okumak... 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Saadet BAYRİ |
|
Şahitlik içinde müşahit olmak lâzım |
“Mutluluk küçük şeylerin içinde saklıdır” düşüncesi, her daraldığımda beni ferahlatan düşüncelerdendir. Hayatımın hemen her ânında işime yaramış, yanlışa sapmaktan kurtarmıştır beni. Hâl böyleyken, “Hayatın anlamı ayrıntılarda fark edilir” sözünün hakikati de bugünlerde fark ettiğim bir gerçek. Çevremdeki her şeyi inceleme çabasındayım mesela. Öyle ki, elimden geldiğince doya doya yaşamaya çalışıyorum ayrıntıları. Çalışıyorum diyorum; zira bu şekilde yaşamak ve alışkanlık derecesinde huy edinmek o kadar zor ki… Nitekim her şeyi çok çabuk tüketip atmak üzerine endekslemiş her şeyi çağımız. Öyle ki, zamanında sevdiğimiz her şey birkaç hafta sonra eskiyip, tavan arasına kalkıyor. İstediğimiz her şey kolayca ulaşabilecek kadar yakınken bize, yüreğimizden de o kadar uzaklaşma tezadının onulmaz acısını yaşatıyor bize. Çünkü mekânik icatlarla geçirilen zamanlardan geriye hiçbir şey kalmıyor. İnternetten çiftlik kuranlar mesela… Farmville denen sanal çiftlikte neyin özlemini giderirler, anlamış değilim. Oysa, yoğurt kutusuna sadece biraz toprak koyup, soğan dahi ekseler, “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine…” diye başlayan âyetin işaret ettiği bir şeylere şâhit olmanın, dokunarak fark etmenin doyumsuz tadına varacaklar. Bu tarz durumlara bu kadar takılmamın sebebi ağaçlar, çiçekler ve kurumuş dallarla bayağıdır yakın temasta olmam. Kedilerle bayağıdır içli dışlıyım mesela. Öyle ki, elimdeki her şeyden kedilere de ayırıyorum artık. Bu aralar çok doyurduğumdan olsa gerek, dışarı her çıktığımda peşimdeler. Arada kapıma kadar gelmeleri de cabası. Kedinin sesini duyup pencere ya da kapıya giden kızım için bu manzara tam bayram havası. Bütün bu ayrıntıların arasında iki kişiyiz: Ben ve kızım. Şâhit ve müşahit. Kızım şâhit ben müşahit. Ben bildiğim şeyleri izah çabasındayken müşahit. Kızım ise ilk defa gördüğü şeyleri tanıma heyecanında küçücük dimağıyla bir şâhit. Aynı anda birbirinden tamamen farklı iki algı aynı duygunun potasında hayatın sevinciyle sarmaş dolaş oluveriyor. O kedileri görünce çığlık atışıyla şâhit oluyor; bense, “Aaa! Bak kedi gelmiş, nasıl da mır mır ses çıkarıyor. Ya Rahim, ya Rahim” diye mırıldanırken müşahit oluyorum. O kuşları gördüğünde eteklerimden çekiştiriyor. Bense bakıp, “Kuşları mı gördün? Kuşlar gökyüzünde uçar” diyerek bir şeyleri anlatabilmenin yahut anlatamamanın heyecanıyla dolup taşıyorum. Semadan yere döndürdüğümüzde bakışlarımızı, kızım kasımpatıları koparmak isterken, “cici deyip onları okşaması” yönündeki telkinim, içimde inceden inceye bir şeyleri titretiyor. Uçuşan kelebekleri, sıra sıra dizilmiş karıncaları fark ettiğinde heyecanlanıp ellerini çırpması, beni hayata tutunduruyor. Hele hele çalılar arasında gördüğümüz kelebeğin resmini çekmemiz ve sanki orada kendisini incelememiz için dakikalarca bekleyen kelebeği seyir ânı ise doyumsuz oluyor. Bütün bunlar müşahit bir anne ve şâhit kızı için yeter mi? Yetmez elbette. Yolumuz üzerinde duran keçi mesela… İnatçı keçinin bize yaklaşmasını sağlamak ayrı bir emek gerektirse de yılmıyoruz. Çünkü nihâyetinde elimize aldığımız kamışları uzatıp yemesi için uğraşmak ve bize geldiğinde arkasına bakmadan koşan kızımın hâlini gözlemek, hayatın ne kadar yaşanılır ve güzel olduğunu fark ettiriyor. Soğuk havalarda eve tıkılı kaldığımdan olsa gerek, bugün çok soğuk olmasına rağmen sıkı giyinip dışarı çıktık. Burnumun soğuktan kızarması komikti ve kökü mazide bir mutluluktu. Ve bugünlerde bu tarz anları yaşarken, hayatın her ân ve mekânda yaşanmaya değer olduğunu düşünüyorum. Büyüdükçe, hayal dünyamı küçülttüğüm için de kızıyorum kendime. Cennet meyvesi tadında küçük kızımın vesilesiyle hayat gailesi yüzünden unuttuğum bu küçük şeyler içimi tatlı bir esinti ile ısıtıyor anbean. Ve anlıyorum ki, insan kaç yaşında olursa olsun, bir çocuk kadar da olsa her an hayretle etrafına şâhit olmalı, müşahit makamına oturmalı. Öyle ki yeri geldiğinde küçülebilmeli. Ve bu küçüklüğü içinde kendisi küçük, yaratılışı büyük olan mucizeleri görebilmeli. Hâsılı, şâhitliği içinde müşahit olabilmeli insan. 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
Karanlığı avlayan aydınlık |
Niçin buradaydılar? Suçları neydi? Onlar da bilmiyordu. Ayrı ayrı yerlerden ve şehirlerden toplanıp buraya getirilmişlerdi. Bu topluluğun içindekiler, birbirlerini hiç görmemişlerdi. Ama birbirlerine aşina yüzlerdi. İlk defa bir aradaydılar. Bilinmeyen bir yolculuğa çıkıyorlardı şimdi. Nereye gidiyorlardı? Neden, niçin götürülüyorlardı? Bunu hiç kimse bilmiyordu. Sonra içlerinden biri sessizliği bozdu ve yanındakine: “Kardeşim” dedi, “İsminiz nedir? Siz nereden geldiniz?” Soruya muhatap olan, geldiği yeri ve ismini söyledi. Samimi bir şekilde kucaklaştılar. Yıllardır mektuplaştıkları halde, birbirlerini hiç görmeyen insanlardı bunlar. Birbirlerini ismen bildikleri halde hiç görüşmemişlerdi. Kader şimdi onları bir araya getirip tanıştırıyordu. Hemen hemen hepsi öyleydi. Birbirlerini hiç görmemiş, tanımamışlardı. Ama aralarında kudsî bir bağ, bir mektup ağı vardı bu insanların çok öncelere dayanan. Tek tek birbirlerini burada tanımaya başladılar. Ortalık birden bir bayram yerine döndü. Yüzlerde bir neş’e, bir sevinç hâkimdi. Onlarca insan, az önceki kasvetli havanın tanıştıkça, biliştikçe dağıldığını gördüler. İç dünyalarının rengi sezilmeye başladı. Kadere olan teslimiyetin, Allah’a olan imanın ve tevekkülün, içlerindeki o engin ve zengin nimetin bereketini yaşıyorlardı. Haklarıydı. O’na güvenmenin ve inanmanın karşılığı, buydu işte. Ne soğuk vardı onlar için, ne gece, ne de gündüz… Az sonra âkıbeti bilinmeyen bir yolculuğa çıkacak olsalar da, her yolculuğun sonu, ancak O’na çıkardı, Allah’a varırdı. Karanlıkta başlayan yolculukları, karanlıkta sonlandı. Vardıkları yer, demir parmaklıklı bir yerdi ve içerisi sopsoğuktu. Ona da aldırmadılar. Sadece ve sadece o karanlıkta, izbe yerde, bir tek şeyi merak ediyorlardı: Kıbleyi. Artık onlara belli bir müddet uyku da yoktu. Abdestlerini elden geldiğince tutmaya niyetlenmişlerdi. Tutabildikleri kadar tutacaklar, ibadetlerini o ilk aldıkları abdestle yapmaya çalışacaklardı. Zorlu yolculuğun ilk gününde, bunu başardılar. Karanlıkta göz gözü görmüyordu. Birbirlerini sadece ismen bildikleri için, omuz omuza verip bir araya geldiler. Namaza niyetlendiler. Kıbleyi tahmin ettiler. Tam o sırada, kıble istikametine nereden geldiği bilinmeyen bir ışık vurdu. Secde mahallini aydınlatıyordu bu ışık. Ömürlerinin en güzel namazlarını cemaat halinde, o küçük ışığın aydınlığında kıldılar. Gözleri, karanlıkta bile görüyordu artık. Dünyaları, nurla ve sürurla doluydu. İçeriye sızan o ışık, ah o ışık, karanlıktaki ışık, nurun bir başka tecellîsiydi orada. Güneş, tecellisini arayan aynalarla beraberdir. Nur, nuruna ihtiyaç duyanların peşini bırakmayacaktı. Karanlığı yutacaktı. Nur, her halükârda karanlığı kovacaktı. Karanlığın saltanatı sabaha kadardır. Işığın sızdığı ana kadardır. Onlar nurun safındaydı. Nurlar da karanlığın karşısındaydı. Bu bir aydınlık ve karanlık mücadelesiydi. O küçücük ışık bile, bunu biliyordu. Nur zaten safını, evvelin evvelinden belli etmişti. Ama dünya bu. Birbirine karışmıştı burada zıtlar. Böyle zorlu imtihanlarla ayrılacaktı sağlamlar çürüklerden. Dünyada şerle iyilik, zulümle adalet, saadetle sefalet iç içeydi. Karışmıştı birbirine. Ayrılacaktı bir gün zıtlar birbirinden ve ayrılması gerekliydi. Onun için de, başa gelen musibetler, hastalıklar ve bu imtihanlar gerekliydi. İşte bu topluluk da böylesine büyük bir imtihanın içindeydi. Şimdi zıtlar birbirinden ayrılacaktı. Aydınlık, karanlığı avlayacaktı. Evlerinden apar topar alındılar. Onları bu meçhul yolculuğa melül melül bakışlarla uğurlayanlar, akıbetlerinden endişeleniyordu. Hayatlarını dosdoğru yaşayanların korkuları olmazdı. Duâları vardı, Allah vardı. Bu bilinmeyen yolculuğun adresi neresiydi? Ne zaman döneceklerdi acaba? Nasıl bulacaklardı yerlerini? Onlarla tekrar görüşüp konuşabilecekler miydi? Neden götürülüyorlardı bunlar? Bilinmedi gitti bu sır... Soramadı hiç kimse; “Nereye gidiyorlar bu insanlar?” diye. “Bu garip bu masum insanlar, nereye?” diye. Bunlar, bu ülkede yıllar yılı süren büyük bir imtihanın sadece küçücük bir karesiydi. O ülkenin her ilinde ve ilçesinde yaşandı bunlar. Bir yerinde değil, her yerinde. Birilerinin korkuları dağları kuşattı. Onca imkâna ve saltanata rağmen, birileri rahat etsin diye akıl almaz nice korkular ürettiler. Korkuları büyüdükçe, yeni korkular ürettiler. Kendilerine rakip gördükleri yeni yeni düşmanlar ürettiler. Zulüm, önce zalimi boğar, onun duygularını yok eder. Zalim, ancak yaşayan bir ölüdür. Zulümleri devam ettikçe rahatlayacaklarını zannettiler. Nasıl bir rahatlıksa bu… Bir avuç karanlık, hayatlarını tehlikede zannetme paranoyasına yakalanmıştı yıllar yılı. Karanlıktaki, azınlıktı. Gıdaları zulmet olanın, aydınlığa tahammülleri yoktur. Bunların hastalıklı halleri o ülkeyi, o şehri, o beldeyi ve o beldede yaşayanları hasta etti, harap etti. Masum insanların evlerinin duvarlarını süsleyen levhaları bile söküp aldılar. Ne varsa, hepsini… Kitaplarını çuvallara koyup götürdüler. Hatta bir evin duvarındaki çerçeveyi, resmi de alıp götürmeye kalktıklarında, çerçeve ellerinde kaldı. Yazı ise duvarda kaldı. Duvarı götüremediler. Gönüllerdekini ise, hiç götüremediler. Kafaların içindekine, duvarlardaki sözlere, hayatlarını kurtaracak sözlere bile düşmandı bu gözü dönmüş zalimler. İşin fecaati şu ki, kimse onlara yıllar yılı hesap sormadı, soramadı. Hak, hukuk mu? Hak getire… “Neden bizi götürüyorsunuz? Neden burada tutuyorsunuz? Bizim suçumuz ne?” diye soran da çıkmadı, cevap veren de. Ama bilinen ve görünen şu idi: Bu masum insanların suçu, aydınlığın safında yer almaktı. Karanlığın da buna tahammülü yoktu. Aslında söyleyemedikleri buydu onların. Gerisi boş. Sudan bahane… Kendileri nerede duruyorsa, orada olmayanı düşman belliyorlardı. Karanlığın tabiatı, tıyneti buydu. Her ne kadar anlaşılmaz, garip bir halin içinde olsalar da, bu garip toplulukta sonsuz bir tevekkül hâkimdi. Halin sahibine iman vardı, Allah vardı. Keder yoktu, kader vardı. Ama onlara bu zulmü reva görenlerin korkuları vardı sadece. Hiçbir şeyleri yoktu. Olamazdı da... Korkutanlar da bir gün, korkutulacaktı. Kaderin kaçınılmaz tecellisiydi bu, bilmem kaç yüz bin defa yaşanan bu dünyada… Bunları tarih kitapları yazmadı. Bunlar, tarihin ara kayıtlarında mevcuttur henüz. Gün yüzüne çıkacağı vakti bekliyor. *** Karanlığın nesi olur ki? Işık parladıkça, karanlık söner. Karanlık demek için bile karanlığın aydınlığa ihtiyacı var. Nurun, ışığın karanlığa ihtiyacı yok. Aydınlık, zatında da güzeldir. Evet, karanlığın hiçbir zaman aydınlığa galebe çalamayacağının bir işaretiydi bunlar. İşte hepsi bu kadar. Karanlık, ebediyen mahkûmdur. Ebediyen mahkûmiyetini vicdanlarında bilenler, kalmışsa eğer, vicdanlarını rahatlatmak için bin bir türlü yollar arıyorlardı. Ama hiçbir şey bulamıyorlardı. İpe sapa gelmez, akla hayale sığmaz entrikalarla nice masumları nefislerinin zebunu olmuş karanlıktaki azınlık, bu aydınlıktaki masum insanları her türlü işkenceye, ezaya, cefaya, yıldırmaya çalıştılar yıllar yılı. Maddî–mânevî tazyike kendilerini memur bildiler. Ne geçti ellerine? Hiçbir şey. İnananları, inandıkları dâvâdan vazgeçirebildiler mi? Hayır… Ellerindeki o kudsî hakikatleri alabildiler mi? Hayır… Aralarına düşmanlık tohumu ekmeye çalıştıkları bu insanlar, sonunda birbirlerini daha çok sevdiler. Karanlığa pabuç bırakmadılar. İnandıkları dâvâyı bir hiç uğruna, bir karanlık uğruna satmadılar. Uğrulara aldanmadılar. Nuruna kurban olduğum Allah… Sen, göklerin ve yerin nurusun. Sen bilinmezsen ve Senin ilhamın yetişmezse, hiçbir şey bilinmez Allah’ım. Aydınlığın ışığını, zifiri karanlıkta bile halk ettin. Bir küçük ışık, kalplerini ve kıblelerini aydınlatmaya yetti. Onlar, ellerinden alınan kitaplarının, okuyamadıkları derslerinin, yapamadıkları ibadetlerinin en güzelini ezberlerinden yaptılar. O mekânları aydınlattılar. Aylar aylar sonra, suçsuz bulunup da salınıverildikleri gün, karanlıkta geçen o günleri hatırladılar. O günlerin vefakâr ve cefakâr kader arkadaşları oldular. “Onlar kimdi? Onlar nasıl insanlardı?” diye sorarsanız, kısacası, onlar içimizde yaşamış isimsiz kahramanlardı. Şu anda yaşadığımız dünyanın saadeti, mutluluğu, şu anda tattığımız neşenin, soluduğumuz havanın, alıp verdiğimiz her nefesin maddeten ve mânen ruhunuzda meydana gelen o kudsî havanın ve heyecanın taşıyıcısı oldular onlar. Ray gibiydiler. Döşendiler hizmet için yollara. Gayet mütevaziyâne, boyun büktüler. Ray gibi uzandılar. Birbirlerine eklendiler üzerlerinden hizmet vagonları geçsin diye. Onların üzerinde yürüdüklerini hiç kimse bilemedi, anlayamadı. Vagonlar hep böyledir. Onlar görünür. İçinde gidenler görünür. Rayları düşünen, bilen, pek olmaz. Bir nostalji fotoğrafı çekilir ya bazen kesişen raylarda. Üzerinde oturmuş bir çocuk ya da kilometrelerce rayları kontrol edip yürüyen yol çavuşlarının arkadan bir resmi kalır sadece. O kadar… Üzerlerinden geçen trenlerin, yolcuların neşesini raylara sorun. Büyük bir dâvânın, kudsî bir hizmetin alt yapısını onlar teşkil ettiler. O isimsiz kahramanlar… Şimdi yapılan her hizmetten hâsıl olan nurlar ve sevaplar, “Es-sebebü ke’l-fail” sırrınca, önce Hz. Peygamber’e (asm), sonra sahabe efendilerimize, sonra o çok sevdikleri ve gönülden bağlı oldukları üstadlarına ve saff-ı evvel ağabeylerine ve bu isimsiz kahramanların defterlerine yazılıyordu. Karanlığın gücü, güneşe yetmez. Söndü onların cılız ışıkları; güneş, yine güneş olarak kaldı. Allah oyun oynayanlara öyle bir oyun oynar ki, oynadıkları oyunun mahkûmu, onlar olurlar. Aklı başında olanlar, bu çıkmaz sokaktan, bu sonu felâketle bitecek olan oyundan ancak pişmanlıkla, istiğfarla, hakkı ve hakikati görmekle kurtulabilirler. Nur hâdimi, bu isimsiz kahramanlar, mahkûmken bile hâkimdi. Hâkimler mahkûmdu onların karşısında. Aydınlık böyledir. Nereye girerse girsin, orayı kuşatır. Orayı ele geçirir. Orayı dışarıdan idare eder. Kavunun çekirdeği içindedir ama dışarısıyla âlâkadardır. Hayatın çekirdeği nurdur. Nur hapsolmaz. Nereye giderse gitsin, serbesttir o. Hakikat içerdedir ama dışarısını biiznillah içine çeker. İçindeki hakikatin rengine, onu da boyar. “Zulüm, kısmak istediği sesi nârâ yapar.” Daha da ötesi “nûrun âlâ nûr” yapar. Aydınlık, karanlığı eninde sonunda avlar. Ve o kahramanlardan birinin sözüyle bitirelim: “Perdelenmişse zuhûrun, Gizlenmez haşmetli nûrun, Gölgesi olmaz ki nûrun; Firdevs’deki cânân gibi…” (Mektubat, s. 523) 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Ağlayabilmenin inanılmaz hafifliği |
‘Ağlamaktan korkma! Zihindeki ıstırap veren düşünceler gözyaşı ile temizlenir.’ (Kızılderili Atasözü)
Ağlayabilmek kutsaldır. Her göz ağlayamaz, her yürek hissedemez. Ağlayabiliyor olmak insana bir hediyedir. İnsanı büyütür. Karşındakini görmeni, anlamanı ve onun ruhuna dokunabilmeni sağlar. Kalp ağlarken büyür, benlik ise ağlarken küçülür. Kendi benliğinin doruklarında dolaşmayı tercih edenler, ağlamayı beceremezler. Ağlamak kalp işidir, kalbin meziyetidir. Nefsin ve benliğin kıraç toprakları gözyaşının bereketli yağmurlarından istifade edemez. Benliği şişmiş insanların kalbi küçülür. O kadar büyür ki içindeki ben, biz olmaya, O olmaya yer bile kalmaz. Kendine âşık insan ağlamanın zafiyet olduğundan dem vurur. Güçlü olmak için, zayıf görünmemek için ağladığını kimsenin görmemesini diler. Başkalarının yanında ağlanmaz diye düşünür. Kimse zayıf yanlarını görmesin, kırılganlığını fark etmesin ister. Oysa bu kadar korunmaya alınmış bir benlik, en ufak bir sözle de yıkılmaya mahkûmdur. Nerede bir abartı varsa, orada gerçek olmayan bir şeyler var demektir. Gerçek olan her şey doğaldır, biraz eksik, biraz da yarımdır. Ama doğal ve sahicidir. Büyüten aynalara yansıtılan her şey, küçük insanların görüntüleridir. Ağlayabilen insanlar, zamanın ve büyümenin yorgunluğunu daha kolay atlatırlar. Yaralarına daha çabuk şifa bulurlar. Gözyaşının serinliğiyle yürek yangınları bile çabuk söndürülür. Ağlayabilen insan daha az öfkelenir. Kendini dizginleyemediği yolların ortasında bulmaz. Gözyaşı sükûnet verir, öfkenin ateşini söndürür. Ağlamak asla zayıflık değildir. En güçlü olanlar hissedebilen ve ağlayabilenlerdir. Ve en gerçek, en az yalan olanlarda gözünden ve gönlünden ağlayabilen insanlardır. Söz yalan olabilir, insan kendini bile kandırabilir, kendini bile yanıltabilir, ama gönlün ağlaması ancak ruhunu koruyabilen, onu güzel olanla besleyebilen insanların alışkanlığıdır. Yalan olan her şeye ve herkese rağmen, hâlâ duygularıyla yol bulabilen, kalbinin yükünü gözyaşıyla hafifletebilen insanlar varsa eğer, hayata dair bir ümit de var demektir. Büyürken ve öğrenirken yorulan, örselenen ve kirlenen duyguların gözyaşı ile temizlenir. Kötü düşüncelerin, savrulmuş acıların ve yürek yangınlarının da ağladığın zaman acısını hafiflemiş bulursun. İçini yakan ve yıkan ne varsa, gözyaşı onları temizler ve serinletir. Birisine, ağlama tut kendini demek, nefes alma demek kadar yorucudur. Bir çocuğa erkek adam hiç ağlar mı demek, büyürken duygularını sakla, onları ortalığa çıkarma, hatta onları hiç sulama ki, büyümesinler demek kadar haksızlıktır. Duygularını konuşamadan, korktuğunu söyleyemeden ve doyasıya ağlamadan büyüyen erkek çocukları için, sevmek, sevdiğini söyleyebilmek ne kadar mümkün olur. Hissettiklerini söylediğinde onlarla ne yapacağını bilemeyen bir adam, söyledikleriyle ortada kalmaktansa, söylemedikleriyle göçüp gitmeyi tercih eder. Erkeği davranışlarından çözmeye çalışan bir geleneğin çocuklarıyız biz. Onları biz kadınlar yetiştirdik. Ağlamasın diye omuzlarına güçlü adam ağlamaz yükleri bağladık. Onları da inandırdık ancak böyle kahraman olunacağına… Kahramanların yorulmayacağına, ağlamayacağına hatta korkmayacağına dair efsaneler anlatarak büyüttük… Gerçek olmanın, insan olmanın, hissedebilmenin ve duyguların dilini okumanın sırrını öğretmeyi de unuttuk sanırım… Sonra kendimiz şikâyet ettik kendi yaptıklarımızdan, kendi ürettiklerimizden… Duygularını, sevdiğini söyleyemediği için serzenişte bulunduk, dertlendik. Kendi ördüğümüz duvarların arkasında kaldık, en fazla surda delikler açabildik, o da ancak yıllar sonra… İnsan kendine zulmeder, kendine daraltır ve kendini yorar anlamsız düşüncelerin içinde… Kimsenin ondan beklemediğini, kimsenin ona sormadığını o kendine sorar, o kendine yöneltir, o kendinden bekler… Ağlayabilmenin inanılmaz gücünü hissederek yaşamak, doyasıya ağlamak varken… 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevat ÇAKIR |
|
“Teksas yasası” |
Umut Vakfı’nın açıkladığı 2009 rakamlarına göre yılda 4 bin kişinin ateşli silâhlarla öldüğü ülkemizde, TBMM İçişleri Alt Komisyonunda (silâh komisyonu) 9 Aralık’ta bir tasarı kabul edildi. Tasarıdaki değişikliliklerin en çok tartışılanı pompalı tüfek taşıma yaşının 18’e indirilmiş olması. Ayrıca isteyen kişiler toplamda beş silâh ruhsatı (ikisi taşıma, 3’ü bulundurma) alabilecek. Silah ruhsatı isteyenlerin “nörolojik,” “psikolojik” ve “fizikî” rahatsızlıkları olup olmadığına dair tam teşekküllü hastahaneden alınması gereken “heyet raporu” hükmü de kaldırılmış. Eski sabıkalılara silâh verilebilecek ve internette silah reklamı yapılabilecek. Araştırmalara göre Türkiye’de kişilerin kullanımında bulunan toplam silâh sayısı 7 ila 10 milyon arasındadır. Merkezi İsviçre’de bulunan Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü tarafından her yıl hazırlanan hafif silâhlar raporuna göre: Dünyüda sivillerde 650 bin hafif silâh bulunumaktadır. Bireysel silâhların büyük suç örgütleri ve çatışmalar için de önemli bir kaynak oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye Psikiyatri Derneğinden Mehmet Yumu’ya göre de silâhlanma son on yılda on kat artmış ve cinayetlerin yarası ateşli silâhla gerçekleştirilmiş. Yaklaşık 3 bin kişi ölmüş, 12 bin kişi de yaralanmış. Umut Vakfına göre silâha kolay ulaşılabilmesi cinayet, intihar gibi olayların en önemli sebebi. Evde silâh bulunması ev halkından birinin cinayet, intihar, kaza gibi sebeplerle ölme riskini yüzde 41 arttırıyor. Görülmüyor mu ki, her gün gazetelerin belirli sayfaları silâhla işlenilen cineyetlerle doluyor. Yaşlısından gencine kadar bir o kadar da düğün ve benzeri törenlerde ateşli silâhlarla kazaen ölen ve yaralananlar vardır. Kanunlar milletin ihtiyacı için yapılır. Bu kanun milletin hangi ihtiyacına cevap vermektedir? Her gün meydana gelen cinayetleri mi ortadan kaldıracak? Yoksa daha mı arttıracak? Artık sigaranın dahi tezgâh altına alınacağı düşünülürken, silâha böylesine kolay ulaşılacak bir yasanın çıkarılacak olmasını anlamak mümkün değil. Bu tasarı komisyondan geçteği şekilde eğer yasalaşırsa hem toplumda kargaşaya, hem de ceza evlerindeki suçluların sayısını arttırmaya yarar. Evet silâh değil, eli kalem ve kitap tutan bir topluluğa ihtiyaç vardır. Bulunduğumuz bütün mekânlarda en kolay ulaşacağımız malzemeler kitaplar olmalıdır. Dolayısıyla insanlarımıza bunların yolları açılmalı ve teşvik edilmeli. Dünya patent üretmekle meşgulken bizim böylesine basit şeylerle meşgul olmamız asla kabul edilemez. 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Tebessüm sünnetini ihmal etmeyelim! |
![]() |
Âdem Bey: “Bir insanı içimden sevmiyorsam, dudaklardaki tebessüm neye yarar? Riyakârlığa girmez mi? Kimi insanlar yüze gülüyorlar, arkadan başka davranış sergiliyorlar. Göstermelik davranışlara giriyorlar. ‘O bize geldi, biz de gidelim.‘ ‘O bizi yemeğe çağırdı, biz de çağıralım.’ ‘Gitmezsek ayıp olur.’ gibi sözlerden nefret ediyorum. Göstermelik davranışlara tahammül edemiyorum. Bu yüzden anne, baba ve eşimi kırdığım da oluyor. Bu durum beni çok üzüyor. Dışı dost ve akraba, içi düşman insanlarla nasıl bir iletişim geliştirebiliriz?”
1-Gülümsemek sünnettir. Gülümsemekten zarar görmeyiz. Ama elbette içten gülümseyelim. Samimi bir tebessüm ile sünnet sevabı alırız. Çünkü biz Allah’ın kuluna Allah için gülümsüyoruz, dostluk eli uzatıyoruz. Varsa içinde bir yanlışlık, düzeltmesi için fırsat veriyoruz. Allah katında haklı taraf olmanın tarzı budur. Eğer biz Allah katında haklı taraf isek, neden gülümsemeyelim? Bilakis, karşı tarafın içinde bir takım yanlış düşünceler varsa, onu düzeltmenin ve onu kendimize dost yapmanın en kestirme yolu ona gülümsemektir. Nitekim Üstad Hazretleri diyor ki: “Mü’minin şe’ni kerim olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm (adî, bayağı) bile olsa, iman cihetinde kerimdir. Evet, fena bir adama ‘İyisin. İyisin’ desen iyileşmesi ve iyi bir adama, ‘Fenasın. Fenasın’ desen fenalaşması çok vukû bulur.”1 2- “O bize geldi, biz de gidelim.” “O bizi yemeğe çağırdı, biz de çağıralım.” “Gitmezsek ayıp olur.” tarzındaki şablon, örfümüzde var. Fakat bunlar eğer müsait değilsek, her zaman uymamız gereken kesin ölçüleri oluşturmaz. Öte yandan bu gibi hususlarda da, her zaman olması gerektiği gibi, amelimizde yalnız “Allah rızası” olmalı. Yani ‘bize gelinmese de’, “O’nun rızası için gidebilmeli”, ‘çağırılmasak da’ “O’nun rızası için—müsait olduğumuzda—yemeğe çağırabilmeli”dir. 3- Mü’mine, muhabbet elini uzatmak düşer. Bu dostluklar bize bir şey kaybettirmez. İyi yanlarımız varsa örnek oluruz. Karşı tarafın iyi yanları varsa da örnek alırız. Mârufu emir ve münkerden nehiy vazifemizi böyle dostluklarda daha etkili olarak yerine getirme fırsatı buluruz. 4- Dışı dost, ama içi düşman dediğimiz kimseleri dostluğumuzla, tebessümümüzle, ilgimizle tamamen dostluğumuza çekme fırsatımız her zaman vardır. İçinin düşmanlığını mağlup etmenin ve onu utandırmanın başka hiç yolu yoktur. 5-Aslında her şey zamanla yoluna girer. Bazı şeyleri ısrarla ve titizce çözmeye çalışmak, psikolojik olarak gereksiz yere bizi yıpratır. Olan bize olur. Bunun yerine, tedbiri sevgiyle ararsak, bir çok problemi daha kaynağında kurutabiliriz. Önce birbirimizi sevelim. (Sevmiyoruz demiyorum. Ama hatalı yanlarımızı da sevelim.) Birbirimizi hatalarımızla kabul edelim. Birbirimizi sevgiyle uyaralım, ama düzeltmeye çalışmayalım. Muhatabımız uyarımızı dikkate almadığında, onu yine sevelim. Asla yüksek sesle tartışmayalım. 6-Kur’ân’ın şu emirleri hem umumidir, hem hepimizi bağlamaktadır: “Allah’tan korkun ve aranızı düzeltin.”2 “Sadaka vermeyi, iyilik yapmayı ve insanların arasını düzeltmeyi gözetenlerin dışında, onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur.”3 “Barış daha hayırlıdır.”4 “Mü’minler ancak kardeştirler. Kardeşlerin arasını düzeltin.”5 “Kötülüğe karşı iyiliğin en iyisiyle karşılık verin. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.”6 “Rabb’inizin mağfiretine ve genişliği gökler ve yerler kadar olan ve Allah’tan korkanlar için hazırlanan Cennete koşun! Onlar ki bollukta ve darlıkta sarf ederler, öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever.”7 Dikkat edersek bu ayetlerde, insanları yargılamak ve kusur bulmak, ya da insanlarla tartışmak ve sürtüşmek gibi menfî diyaloglar bulunmamaktadır. Safi bir sevgiden bahseder Kur’ân sürekli. İnsanları hatasız ilân etmez şüphesiz. Ama hataların affedilmesini ister hep. Öfkenin yutulmasını ve kızgınlığın muhakkak sineye çekilmesini önerir. 7-Akrabalarımızın hataları olabilir. Dostlarımızın hataları olabilir. Mümkündür. Ama biz onların hatalarını görmeyerek ve iyi yanlarıyla yetinerek bedelsiz ve ivazsız, sırf Allah rızası için bir sevgi meleği kesilebiliriz. Hataları düzeltmek için göstereceğimiz davranışta sevgiden ayrılmamıza gerek yoktur. 8-Nihayet, akrabalarımızla aramızın açık olmasının, zaten hiçbir haklı ve meşrû gerekçesi olamaz. Fırsat buldukça akrabalarımıza gidelim. İyi ilişkilerimizi sürdürelim. Diyaloglarımızı koparmayalım. İletişim hatlarımızı kesmeyelim. Bu, Allah’ın emridir.8
DUÂ Ey Veliyy-i Hannan! Bizi bize dost kıl! Bizi bize düşman kılma! Bizi bize velî kıl! Bizi bize belâ kılma! Bizi bize sevdir! Bizi bize yerdirme! Kalbimizde muhabbet tohumlarını yeşert! Adavet tohumlarına hayat verme! Bizi adavete adavet, muhabbete muhabbet eden kullarından eyle! Âmin!
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 256 2- Enfal Sûresi: 1 3- Nisâ Sûresi: 114 4- Nisâ Sûresi: 128 5- Hucurât Sûresi: 10 6- Fussilet Sûresi: 34 7- Âl-i İmrân Sûresi: 133, 134 8- Nur Sûresi: 22 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Piyango kumarı |
![]() |
Yapılan araştırmalara göre, piyangodan en büyük ikramiyeyi alanların genelde ruh sağlıkları bozulmuş, hastanelere düşmüş! Kimisinin tedavisi devam etti, kimisi tımarhaneye düştü… Piyango kumardır ve gafil insan için büyük bir mantıksızlık, akılsızlık hâlidir aynı zamanda. Bediüzzaman, bu ‘akıl dışılığı’ şöyle ifade eder: “Bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse—halbuki, kazanç ihtimâli binde birdir—sonra yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?”1 Gazete manşetlerinden, televizyon ekranlarından, radyo programlarından inmeyen “kirlilik” ve dehşet saçan inançsızlık, yalan-dolan, hile, rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, dolandırıcılık, israf, fâiz, tefecilik, kumar, AIDS, uyuşturucu, alkol, fuhuş, boşanma, cinâyet vs. gibi fenalıkların sebeplerinden birisi de, piyango kumarıdır. Aldatmaya yönelik bir davranıştır kumar. Zararı, yalnızca zaman öğüten bir çark, başkasını aldatarak parasını almak veya para kaybetmekle sınırlı değil. En tehlikeli tarafı, bağımlılık yapmasıdır. Bu sûretle nice servet, mal, mülk, âile şerefi, nâmus, hatta hayat elden gidiyor! Zira, iş cinâyetlere kadar varabiliyor. Kumar, insanı tenbelliğe iter. İnsanlar arasındaki güven ve dayanışmayı sarsar. Emeğin, hile veya şans yoluyla el değiştirmesine sebep olur. Bundan ötürüdür ki, bir âyet-i kerîmede, kumar açıkça zikredilerek, ondan uzak durulması emredilir: “Ey imân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen zarlar hep şeytanın işinden birer pisliktir; ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”2 Bir diğer âyet de şöyle: “Ey îmân edenler! Birbirinizin malını haram şekilde yemeyin; ancak karşılıklı rıza ile yaptığınız ticâret başkadır. Birbirinizi ve kendinizi öldürmeyin; canlarınızı da boşu boşuna tehlikeye atmayın. Muhakkak ki Allah size çok merhamet edicidir.”3 Kumar, hayatı anlamsız yapar ve çekilmez hâle getirir. İslâm medeniyeti, insanı, maddeten ve mânen bir bütün olarak ele alır. Duygu ve kâbiliyetlerini en ince teferruatına kadar tahlil eder. Neyin nereden kaynaklandığını iyi tespit edip, tedbir yollarını gösterir. Böylece nefsi terbiye olmuş, duyguları tatmin olmuş bir insan, piyango ve kumara değil, çalışmaya, meşrû dairede kazanmaya, helâl rairesinde yaşamaya çalışır. Zirâ bilir ki, helâl dairesi keyfe kâfîdir, gayr-i meşrû daireye, harama girmeye lüzum ve ihtiyaç yoktur.
Dipnotlar: 1-Sözler, s. 41. 2-Kur’ân, Mâide Sûresi, 90. 3-Age, Nisâ Sûresi, 29. 19.12.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Medyada ölüm rüzgârı… |
Teknolojinin ilerlemesiyle dünya artık küçük bir köy hâline geldi ya, bütün haberlere ânında ulaşmak mümkün. Ölümü ve kabir hayatını andıran kış mevsimine bütün yurtta birden bire giriverdiğimiz geçtiğimiz hafta ard arda medyada yer alan ölüm haberlerini ibretle okuduk… “Babam cansız, Can babasız” İlki Can Dündar’ın “Elveda Baba!” başlıklı yazısıydı. Yaşlı babasını son yolculuğuna uğurlayışını anlatıyordu. “O duyguyu çok iyi tanıyorum, biliyorum!” diyerek hüzünle okudum… “Ağırlaştığı gecelerden birinde gözünü açtı, kulağıma ‘Sonum yaklaştı oğlum. Tanrıma emanet ol’ diye fısıldadı. Eline yapışıp ‘Bizi bırakma baba’ diye hıçkırdım. ‘Ağlama oğlum’ diyebildi. Hiç söylenememiş, söylenemedikçe gecikmiş cümlelerim, veda buseleri eşliğinde geldi: ‘Seni çok seviyorum baba; sen çok iyi bir baba oldun bana’ diyebildim. ‘Karşılıklı’ sözcüğünü işittim. Saçını okşadım, yanına yattım. Onunla böyle güzel vedalaşabilmiş, helâlleşebilmiş olmanın huzurunu tattım. Çok geçmeden, 51 yıllık eşinin göğsünde, dudağının kenarında minicik bir tebessümle verdi son nefesini… Kışa ayak direyen uzun pastırma yazı bittiğinde babam cansızdı, Can babasız” diyordu Can Dündar. Yazıyı bitirdikten sonra ölüm yolculuğuna uğurladığımız sevdiklerimize söylenebilecek en güzel sözlerden birinin “Görüşmek üzere!” sözcüğü olduğunu düşündüm… Ölüm zenginlik ve güzellik tanımıyor! Ardından zenginliği ve güzelliği ile meşhur sosyetenin önde gelen hanımlarından Ceyda Gölcüklü’nün genç yaşında vefat haberi doldurdu medya sayfalarını. Şoktaydı yazarlar! Medyada ard arda yayınlanan ölüm haberi ve hâlâ süren sağlık sayfalarında Pankreas kanseri erken teşhis tanıtım haberleri o şokun devam ettiğini gösteriyor. Zira Gölcüklü o hastalıktan vefat etti! Gölcüklü’nün son sözlerinin “Beni fotoğraflarımdaki gibi hatırlayın” olduğunu da yazdı gazeteler… Geride bıraktığı veda mektubu bir internet sitesinde yayınlandı. “Bu hastalığa bir çözüm bulmalı insanlık!” diyordu Gölcüklü. Annesi biricik kızının ölümüne hazır değildi. Birkaç gün boyunca ölüm haberine inanamamıştı.
“Gerçekten ölüm yeni bir başlangıç mı?” Ardından yine sosyetenin ünlü isimlerinden Deniz Berdan’ın kanserden ölen annesinin ardından yazdığı veda mektubu… ”Bir yıldır sinsi hastalıkla mücadele ediyorduk… Yazın o kadar iyiydi ki, biz de inandık kendi oyunumuza. Kelimeler kafamda uçuşuyor, adeta toparlayamıyorum sözleri. Belki bizi hâlâ görüyor, hissediyor. Bilmiyorum gerçekten ölüm son değil, başlangıç mı? Ruhun ölümsüzlüğü diye bir şey var mı?” diye soruyor Deniz Berdan internetteki kendisine ait moda blogunda. “Deniz! Ölüm son değil, başka bir hayatın başlangıcı. Belki değil, elbette sizi görüyor ve hissediyor. Cesed elbisesini ölümle çıkarıveren ruh ölümsüzdür“ diyorum içimden yazısını bitirirken… Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ân ve hadislerden kaynağını alan “Beka-i Ruh ve Melâike” başlığını taşıyan 29. Söz isimli eserini düşünüyorum. “Biz faniler için ne muhteşem tesellîler var o eserde. Mümkün olsa da paylaşabilsek!” diye mırıldanıyorum. Ölüme hazırlıklı olmak Hayat sürprizlerle dolu. Bazen evlâtlar anne babalarını toprağa veriyor. Bazen de anne babalar gözlerinden sakındıkları evlâtlarını! “Ey Rabbimiz bize taşıyamayacağımız yük yükleme!” duâsı boşuna söylenmiyor şüphesiz. Ölümü rıza ve tevekkülle karşılayabilmek imanın gücüne bağlı. Bu dünya uykusundan ölümle uyanmadan evvel uyanmaya çalışmak, ölüme hazırlanmak tarih boyunca bütün inananların hedefi olmuş. Seyahate çıkmadan önce yapılan bütün hazırlıklar gibi ahiret yolculuğuna da hazırlık yapmak gerekmez mi? Seyahatlerin belki en uzun ve yorucusu, kim bilir belki de en kısa ve rahatı ama kesinlikle en ilginç olanı da o son yolculuk değil mi? “Ey Rabbimiz, bize taşıyamayacağımız yük yükleme!” 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Hastalık ve ölüme karşı bir sabır ve tevekkül örneği |
Bediüzzaman’ın “Çok ağır hastaların başında ağlayanlar ve sıhhatleri yerinde olanlar ölmüşler, o ağır hastalar şifa bulup yaşamışlar” (Hastalar Risâlesi) tesbitinin doğruluğuna, yaklaşık bir yıldır amansız bir hastalıktan kardeşimin şifa bulması ve eşinin geçen hafta dar-ı bekaya irtihâliyle biraz daha görüp şahit olduk. Kardeşim yaklaşık bir yıl önce o malûm amansız hastalık teşhisiyle Ankara’da çok ciddî ve tehlikeli bir ameliyat geçirdiğinde, eşi hasta da olsa ayakta kısmen normal hayatını sürdürüyordu. Kendi rahatsızlığını unutup hep eşinin durumunu merak edip düşünüyordu. Başta evlâtları, kardeşleri, yakın uzak akrabaları hepsi kardeşimin bu tehlikeli hastalıktan nasıl kurtulacağını merak edip duâ ediyorlardı. Duâlar makbul olmuş olmalı ki, kardeşim Allah’ın inayetiyle şifa buldu, kısmen de olsa sağlığına kavuştu. Ama bu süre zarfında başka bir hastalıktan muzdarip olan kardeşimin hanımının rahatsızlığı günden güne artarak devam etti ve geçen hafta ebedî istirahatına kavuştu. Hatta bir yıl önce kardeşim, o malûm hastalığın pençesinde iken, bir çok insanın “Allah bilir ama o artık yolcu” deyip ümitsizliklerini ifade ettiklerine çokça rastlıyorduk. Yakın çevremizden böyle deyip, sıhhatları da yerinde olan genç ve yaşlılardan bir yıl içinde yirmi beş - otuz kişinin çeşitli hastalıklardan veya beklenmeyen kazalardan vefat edip, hasta kardeşimin sağlığına kavuşması, Bediüzzaman’ın ‘bazı ağır hastaların şifa bulup kalktıklarına, sağlıklı olan bazı insanların da hiç beklenmedik bir şekilde ahirete göç ettiklerine’ dair ikazını göz önünde bulundurmamızın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Nefsimiz ve şeytanımız her ne kadar henüz genç olduğumuzu, sağlıklı olduğumuzu, bu sebeble ölümün bizim için daha uzaklarda olduğunu kulağımıza fısıldasa da, bunun bir aldatmacadan başka birşey olmadığını, her an, her saniye ölümle yüz yüze, iç içe olduğumuzu akıldan çıkarmamak lâzım. Ölümün genç-yaşlı, hasta-sağlıklı farkı gözetmeden, her zaman kapımızı çalabileceğini; bizden izin almadan Hz. Azrail’in (as) her an ruhumuzu almaya gelebileceğini düşünüp, ahirete hazırlıklı olmaktan başka çaremiz yok. Yaklaşık dört yıldan bu yana bu amansız hastalıktan muzdarip olan yengemin sabrına, teslimiyetine, tevekkülüne gıpta ile beraber hayran olmamak mümkün değil. Oldukça uzun süreli, bu devası mümkün olmayan hastalıktan usanıp, sıkılıp şikâyetçi olduğuna şahit olmadık. Hastalığın ciddiyetini bildiği halde, hiç umudunu yitirmedi, hep umutlu oldu, hep sabır içinde şükürde bulundu. Yanındakilerini üzmemek için hep sağlıklı olmaya, neşeli olmaya çalıştı. Hastalığı tıp dünyasının Türkiye’de, hatta dünyada çaresini bulamadığı ciddi bir hastalıktı. Kısaca “Alese” diye adlandırılan, vücuttan ölerek ayrılan hücrenin yerine vücudun hayatiyetini devam ettirmesi için yeni hücrelerin gelmemesi ve bunun sonucunda vücudun her gün biraz daha adeta cansızlaşarak ölüme doğru gitmesi anlamına gelen bir hastalıktı. Yengemin bu ciddi hastalıktan kurtulup, sağlığına kavuşması için, hemen her çareye başvuruludu, her zorluğa, her fedakârlığa katlanıldı. Başta kırk yıllık eşi kardeşim olmak üzere, evlâtları ve diğer yakın akrabalar bu konuda elden gelen herşeyi yaptılar. Ama sonuçta Yüce Allah’ın biçtiği, tayin ettiği ömür dakikaları ne kadar ise, bunu değiştirmek hiç kimsenin elinde değil. Hastalığı veren Yüce Allah, beraberinde de ona dayanma gücünü, sabır ve şükür nimetini de veriyor ki, yengem bu tahammülü zor olan hastalığı boyunca hepimize nümûne-i imtisâl olacak dersler verdi. Bir kolunun dışında bütün vücut adeta cansız bir et yığınına dönüşüp, yattığı yatağında adeta cansız olduğu halde, o yine büyük bir teslimiyetle hep sabretti, hep şükretti... Evlâtlarını dahi rahatsız etmemek için, rahatsızlığına razı bir şekilde onlardan yardım istemekten imtina etti. Sesinin, soluğunun çıktığı son ana kadar, sabır içinde şükrederek, çok fazla ele ayağa düşmeden, duâ ederek ve gelecek olan ölümü kabullenerek hastalığın pençesinde zamanını geçirmekte iken, iyice fenalaşınca Malatya Turgut Özal Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı ve yaklaşık kırk gün yoğun bakımda kalan yengem sonunda ruhunu Rahmet-i Rahman’a teslim eyledi. Mekânı Cennet olsun... 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ölümden traj çıkarmak! |
![]() |
Ne kadar unutulmak ve unutturulmak istense de, ‘ölüm’, bir gün bizim de kapımızı çalacak. Çağımız insanı ‘ölüm’ü hatırlamak değil, unutmak istiyor. Sebebi de belli: Ölüm sonrasına hazır değiliz! Medyanın ölüm haberleri karşısındaki tavrı da çok dikkat çekici. ‘Çok satan medya’ya göre bazı ölümlerden ‘traj’ ve dolayısi ile ‘para’ çıkarmak da mümkün. Aynı anlayışa sahip olanlara göre bazıları ‘ölüm’ü hak ederken, bazıları hak etmiyor! Geçen günlerde yine böyle ‘medyatik bir ölüm’ gerçekleşti. “Cemiyet hayatının ünlü ismi” olarak tanıtılan (Star, 15 Aralık 2010) “hatun kişi”nin vefatı, gazetelere çok farklı şekillerde yansıdı. Sanki, “Ölüm buna yakışmadı” dercesine haberler, yorumlar ve yazılar yayınlandı. En dikkat çekici olan da, yayınlanan haberlerin “hatun kişi”nin “müstehcen” sayılabilecek fotoğraflarıyla süslenmesiydi! Bu yaklaşımla ölümü, ölüm hakikatini ve ölüye saygıyı izah etmek mümkün mü? Ölüme bile ‘magazin’ penceresinden bakarak insanlara hangi mesaj verilmek isteniyor? “Hasta olduğunu geç öğrendi” demekle “ölüm”ü tamamen sebeplere havale etmiş olmaz mıyız? Hastalığını ‘erken’ öğrenen ölmüyor mu? O halde asıl olan; ölüm karşısındaki duruşumuzdur. Kendimize ve çevremize, “Ölüme hazır mıyız?” sorusunu sormak hiç aklımıza gelemeyecek mi? Her problemde medyası suçlamak da çare değil, ama gel de suçlama... Genç bir “hatun kişi” ölünce, onun ölüm haberini hastalık öncesi çektirdiği ‘süslenmiş’ fotoğraflarıyla sunmak neye hizmet eder? Benzer yanlışlık ‘sanatçı’larla ilgili haberlerde de yapılıyor. Her hangi bir sanatçı ile ilgili bir haber, o sanatçının ‘arşiv’lerde bulunan ‘en müstehcen’ fotoğrafıyla sunuluyor. “Filan sanatçı yolda yürürken çamura saplandı” şeklinde bir haber dahi olsa, fotoğraf olarak zihinleri idlâl eden, gerçekte çirkin, müstehcen fotoğraflar kullanılıyor. Medyanın bu yanlışına da ciddî şekilde itiraz edilmelidir. Medyanın ölüm haberleri konusunda iyi imtihan vermediğini başka haberlerde de görüyoruz. Daha da çarpıcı olan bazı yazar ve medya yöneticilerinin ‘ölümü hatırlamak istemeyişi’dir. Hatırlamak lâzım ki, İstanbul’un en meşhur mezarlığı olan Zincirlikuyu Mezarlığının giriş kapısına “Her canlı ölümü tadacaktır” âyet-i kerimesi yazıldığı için tepki gösterenler olmuştu. Bilmânâ şöyle diyorlardı: “Bu yazıyı görmek bizim yaşama aşkımızı öldürüyor, çalışma şevkimizi söndürüyor.” Ölüm haberlerinin insanı dünyadan soğuttuğu ve bir nisbette ahirete hazırladığı ya da hazırlanmak gerektiğini akla getirdiği doğrudur. Tam da bu sebeple ‘ölüm’ü ve ölümden sonraki hayatı hatırlamalı ve hazırlanmalıyız. Yine bunun içindir ki, Peygamberimiz (asm) “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” buyurmuştur. Medya, ölüm haberlerini magazin malzemesi yapıp ‘traj ve para’ kazanma sebebi olarak görmek yerine; insanların ikaz edilmesi için bir zemin olarak görmeli. Her ölüm haberinden sonra “Bu gerçek benim de başıma gelecek. Peki ya, ölüme hazır mıyım? ‘İmtihan’ı kazanabilecek miyim? Kazanmak için daha fazla gayret sarfetmeliyim” diye düşünelenlere ne mutlu... Vefat haberlerinin “ahiret hayatını öğrenmeye” vesile olmasını ve medyanın da bu yönde yayın yapmasını temenni edelim... 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Endişelerin ikrarı… |
![]() |
Türkiye’nin Avrupa Birliği 2010 İlerleme Raporu’nda “Türkiye’nin ancak bir arpa boyu yol aldığı” yazılıyor. Genişleme Strateji Belgesi’nde, başta ifâde ve basın özgürlüğü olmak üzere özgürlükler ve demokratik açılım yetersiz bulunmakta, sendikal hakların güçlendirilmesi ve ekonomik uyum tavsiye edilmekte… Ankara’nın AB katılım müzakerelerinin yavaşlığı vurgulanıp, müzâkere başlıklarının açılması için reformların hızlandırılması gereği üzerinde durulmakta. Keza enflasyonist baskılar ve carî açık tehdidi konusunda Türkiye’nin dikkatli olması ve önlem almasının gereği vurgulanırken, makro ekonomik istikrarın hâlâ kırılgan olduğu, buna karşı güçlü malî politikaların zarûreti iletilmekte. Bunun için yapısal reformlar önerilmekte. Âcilen çıkması gereken Türk Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu, İş Kanunu, bunlardan bazıları. Yine Türkiye’de kronik soruna dönüşen AB’nin bildirdiği “yaygın yolsuzluklar”la ve borç yükü ile mücadelede gerekli yasaların zaman geçirilmeden çıkarılması bildirilmekte. Ne var ki AKP siyasî iktidarı, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve özgürlüklerin genişletilmesinin önemli unsurların başında gelen “siyasî kriterler”de olduğu gibi “ekonomik kriterler”de de gevşeklik göstermekte. Dahası sâdece vergi ve özelleştirme yasalarını çıkarmakta.
“EKONOMİ YASALARI” DA ASKIDA… Mesela referandumda söz verilen “uyum yasaları” yerine kamu kaynaklarının harcanması denetimden kaçırılmakta. “Kayıp dışı”ile mücadele yerine, vergi ve özelleştirme yasaları apar topar çıkarılmakta. Bütün mesele, ek zamlarla, dolaylı vergilerle, vergi artırımlarıyla kaynak meydana getirmek… Özellikle malî cezalara “af” getirilmesi; yeniden “B-2 orman yasası”na el atılması, yargının iptal ettiği muallel ve şâibeli özelleştirmelerdeki iptal kararını kaldırması, bu açıdan dikkate değer. Bunca vahşet olayına rağmen, ruhsatsız silâh kullanımını engellemek ve ruhsatlı silâhları denetim altına almak yerine, bir kişinin ikisi taşımalı beş ruhsatlı silâha sahip olabileceği ateşli silâhlar kanununu gündeme getiriyor. Bütün bunlara karşı ekonomide de AB uyum reformlarının yavaşladığını ve 100 maddelik ekonomik uyum paketinin âcilen Meclis’ten geçmesi gerektiğini belirten Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Babacan, yakınmakla kalıyor. 2011 bütçesinin Meclis’te görüşülmesi sırasında olup bitenler, iktidarın ekonomide de belirli bir politika tâkip etmediğini ortaya koyuyor. Türkiye’nin enerjide yüzde 74 oranında dışa bağımlı olduğunu ifade eden Babacan’ın yüzde 65 oranında vergiyle dünyanın en pahalı akaryakıtını tüketmesine karşı suni tedbirler öneriyor; “Vergiler indirilemez, iş özel sektöre düşüyor” görüşüyle hükûmetin bastırması üzerine, Tüpraş’ın kendi fiyatının yüzde ikisi kadar indirimle tüketiciyle alay edercesine benzinin litresinde 2-4 kuruş arasında indirim yapılıyor. Kamuoyu ‘ucuzlama’ haberleriyle avutuluyor. Yine bu süretçe seçim barajının AB normlarına çekildiği, yargının tescil ettiği kayıtlı önseçimle oluşan listelere seçmenin tercihini kullanabileceği hâkim nezâretindeki önseçimle seçtiği siyasî partiler ve seçim yasasının çıkarılmasıyla seçim sisteminin düzeltilmesi, dokunulmazlıkların sınırlandırılmasında olduğu gibi ekonomi ile ilgili yasal düzenlemeler de öteleniyor… Diğer yandan hükûmetin Meclis’ten geçirdiği “görevi kötüye kullanma suçuna uygulanan cezaların azaltılmasını” değerlendiren AKP hükûmetinin ekonomiden sorumlu Başbakan eski Yardımcısı Şener, Erdoğan’ın Meclis’te bekleyen üç dosyasından birinin bu suçu ihtiva ettiğini belirtiyor. Başbakan’ın ve bakanların cezânın üst sınırını üç yıldan iki yıla indirmekle ertelenmeyen, infaz edilmeyen bu yasayla kendilerine af çıkarttıklarını kaydediyor.
SİYASÎ HESAPLAR VE SENARYOLAR… Ancak eski bir hükûmet üyesi olarak Şener’in onca iddialarına karşı iktidar partisinden tek kelime cevabın verilmemesi ve Arınç’ın Şener’in fevkalâde vâhim ve açık iddialarına dair “Bilmem neyi kastediyor, anlamış değilim” diye geçiştirmesi enteresan… Yürürlüğe girdiğinde başta Başbakan’ın olmak üzere bazı bakanların, belediye başkanlarının ve bürokratların sözkonusu yasadan yararlanacağına mukabil, Arınç’ın Meclis kürsüsünde söyledikleri ise enteresan. Dosyaları olanların arasında RTÜK eski başkanı olduğu iddialarına, “Pek çok üye de bu TCK’nın 257. maddeden dolayı mahkûm oldu, bunun içinde CHP kontenjanından seçilen iki kişi var” savunmasıyla düzenlemenin doğruluğunu değil, muhalefete yakın bürokratların da istifade edebileceğini açıklaması, dikkat çekici. Bu arada ekonominde sorumlu Bakan’ın, ‘ABD ve AB merkez bankalarının görülmemiş oranda âdeta karşılıksız sayılabilecek şekilde para basmasının kaygılandırıcı, gelişmiş ülkelerin kamu açıkları ve borç stoklarıyla ilgili tablonun endişe verici olduğunu’ belirtip, bütün kurumlardan teyakkuz halinde olmalarını istemesi, fevkalâde anlamlı. Sonuçta Başbakan’ın ilk defa “kontrol dışı sıcak para felâket getirir” uyarısı ve ekonomiden sorumlu Bakan’ın endişesi, bir “yeni kriz”in sinyalleri istifhamını uyandırıyor... Ve küresel ecnebi güçlerin uluslararası sermayenin “yabancı sıcak para”sını istediği an çekmesiyle Türkiye’nin malî kaosa ve ekonomik krize sürüklenmesi siyasî hesapları ve senaryoları da bu kırılma ve endişeler üzerinden yapılıyor… 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Yumurtalı siyaset |
![]() |
Siyasette yumurtanın ağırlığı hissediliyor. Espriler, cevaplar hep yumurtanın üzerinden yapılıyor. Geçtiğimiz aylarda Başmüzakereci Egemen Bağış’a yapılan yumurtalı saldırı ise mahkemeye taşındı. Bu diğer yumurtalı protestolar için örnek olacak. TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun öğrenciler tarafından yumurta ile protesto edilmesi siyasetteki tartışmaların merkezini teşkil ediyor. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural’ın “Kuzu’nun biraz daha yumurta yemesi lâzım” sözünü de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Meclis’teki bütçe maratonu geçtiğimiz Pazartesi başladı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bir saat 20 dakikalık sunumu ile başlayan görüşmeler liderlerin atışmaları ile başladı. Ancak geçmişteki bütçe görüşmelerindeki heyecan bu defa pek görülmedi. Şimşek’in bütçe görüşmelerinde ücretli kesimin maaşlarında yaşanan iyileşmeyi başta yumurta olmak üzere çeşitli temel gıda maddeleri ile açıklaması son günlerde yaşanan “yumurtalı gösteriler” dikkate alınınca hayli ilginç bulundu. Şimşek, en düşük memur maaşı ile 2002 sonunda sadece 2 bin 914 yumurta alınırken, bugün 5 bin 856 yumurta alınabildiğini söyledi. Öğrenci protestoları devam ederken, yumurta üzerinden siyaset biraz daha sürecek anlaşılan. Bu protestoların daha fazla tırmanmadan bitirilmesi gerekiyor. Bunun yolu, yetkililerin öğrencileri dinlemenin bir formülünü bulmalarında, öğrencilerin de artık sağduyulu ve akl-ı selimle hareket etmelerinde yatıyor… * * * NAZİRELİ, SU GEÇİRMEZ CEKET Meclis’te bütçe görüşmelerinde konuşan CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen, yanında getirdiği bir takım elbiseyi, “yumurta atarak ceketini kirlettikleri için öğrencileri mahkemeye veren Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’a iletmek üzere Devlet Bakanı Faruk Nafız Özak’a vermek istedi, ancak Bakan Özak, kabul etmedi. Yanında getirdiği su geçirmez ve yumurta lekesi tutmaz takım elbiseyi Genel Kurul’a gösteren Sevigen’e Meclis oturumunu yöneten Başkanvekili, “Sayın Sevigen, böyle bir usulümüz yok” demesinin ardından, AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, “Sayın Başkan, burası şov yeri değil!” diyerek karşılık verdi. Sevigen, hiçbir art niyetinin olmadığını söyledi söylemesine ama pek inandırıcı olmadı. Ceketi kimse almayınca Genel Kurul’da görevli olan kavaslar takım elbiseyi TBMM İdare Amiri BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık’a götürdüler. Sevigen, daha sonra kuliste, Sırrı Sakık’tan takım elbiseyi aldı ve kargoyla Bakan Bağış’a göndereceğini söyledi. Sevigen’in bu manalı yılbaşı hediyesi tabiî ki Bağış’ı kızdırdı. Twitter’den çok ağır cevap verdi. Takım elbiseyi kabul etmeyeceğini söylerken de burada yazamayacağımız bir söz sarf etti, “mini kamera”lı bir göndermede bulundu. Bu da yumurtalı siyasetin başka bir yönü oldu. * * * YASSAK(!) İnternet ortamında bir mail dolaşıyor. Dünyadaki ilginç yasaklar sıralanmış. Bazı ülkelerdeki “yasak”lardan birkaç örnek verelim: “Kanada’da ağaca tırmanmak ve yağmur yağarken çimleri sulamak… ABD-Mississippi’de caddede tıraş olmak… ABD-New Jersey’de Çorbayı höpürdeterek içmek… İngiltere’de kadınların toplu taşım araçlarında çikolata yemesi… İskoçya’da Pazar günleri balık avlamak… İsviçre’de Pazar günü çamaşır asmak…” Bu yasakların olup olmadığını tam olarak bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var. Türkiye’de yasaklar pek çok alanda var. Bunlardan en önemlileri ise12 yaşından önce Kur’ân Kursu’na gitmek ve başörtülü okuyup, çalışmak yasak… Öte yandan Economist dergisi dünyada demokrasi endeksi araştırmasının sonuçlarını açıklamış. Türk demokrasisi iki yıl öncesine göre iki basamak gerilemiş. Demokrasimiz Nikaragua ile denk hale gelmiş. Türkiye, Tanzanya ve Uganda’nın da bulunduğu hibrit (melez) rejimler grubunda yer alıyormuş. Yasaklar devam ettiği sürece de daha çook basamak düşeriz. Çünkü demokrasi içinde böyle anlamsız yasaklar olmaz 19.12.2010 E-Posta: [email protected] |