Gönülden gönüle muhabbet aksın,
Söyleşelim, hâllerimiz bir olsun,
Gözler birbirine sevgiyle baksın,
Kenetlensin ellerimiz bir olsun.
İnandığı değerler uğruna her türlü tehlikeyi göze alan, bu yolda canını bile esirgemeyen kimselere fedaî denir. Onun için fedaî olabilmek, her babayiğidin kârı değildir. İnanmış insanlar dini için, namuslu ve şerefli insanlar namusu için, vatanseverler vatanı için kendilerini feda etmekten çekinmezler. Bediüzzaman Hazretleri de, fedaî kavramına bir başka anlam daha yüklüyor ve "Biz muhabbet fedaîleriyiz, husûmete vaktimiz yoktur" diyor. Demek ki, muhabbet de insanın kendini feda etmesine değecek kadar değerlidir. Zira muhabbetin olmadığı yerde ne uhuvvet olur, ne de hizmet. Oraya ne rahmet iner, ne de bereket. Ne kardeşler arasında irtibat olur, ne de istinat. Ne ihlâs kalır, ne sebat, ne de sadâkat.
Muhabbet, gökyüzündeki sayısız yıldız ve gezegenleri bir birine bağlayan ve beraber hareket etmelerini sağlayan bir câzibe kuvvetine sahiptir. Muhabbet olmasaydı, belki de o koca kürelerin her biri bir tarafa savrulacak, kâinat dağılacak, kıyamet kopacaktı. Yine Üstad Hazretleri bu hakikate şöyle vurgu yapıyor: “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır."1
Bu kadar önemli bir duygu, acaba kalbimizde ne kadar yer tutuyor? Veya, hakikî muhabbeti taşıyacak kadar kalbimiz geniş mi?
Acaba gönül hudutlarımıza kardeşlerimizin muhabbetini sığdırabiliyor muyuz? Mesleğimizin güzel bir düsturu olan fenâ fi'l-ihvân ve tefanî düsturuna ne kadar sadık kalabiliyoruz? “Kalbi geniş olanın kabri de geniş olur” sözü inancımızla ilgili büyük bir hakikati dile getirmektedir. Dava arkadaşlarımızla aynı zamanda, aynı mekânda, aynı gaye için bir araya gelemiyor isek, kalbimizin hudutlarının hiç de geniş olmadığını kabul etmek zorundayız.
Parolamız, “Biz muhabbet fedaîleriyiz, husûmete vaktimiz yoktur” olduğuna göre, muhabbet potasında pişmek, yanmak ve orada fâni olmak gerekmektedir. Yani muhabbet için, kardeşlerimizi sevmek için kendi nefsimizi ve nefsanî arzularımızı feda edebilmeliyiz. Gerektiğinde muhabbet potasında eriyip yanabilmeliyiz. Zaten yanmayı göze almayan muhabbet meydanına çıkmamalı. Mevlâna Hazretlerinin “Hamdım, piştim, yandım” sözü, muhabbet fedaîliğinin bir başka şekilde ifadesi olsa gerek.
“Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde fazîletfüruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir.”2
Üstad Hazretleri ne kadar doğru bir teşhis koymuş. Zira husûmete açılan kapılar, kardeşini tenkit etmekle başlıyor. Zamanla tenkit tahrike, tahrik de tezyife dönüşüyor. Tezyifler, ithama, ithamlar iftiralara kadar gidiyor. Halbuki kardeşliğin gereği uhuvvet ve muhabbettir. Husûmet ve adavet değildir. Adavetin ehemmiyetsiz esbabını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek bir divaneliktir.
Yazımızı yine Üstad Hazretlerinin şu harika tesbitleri ile bitirelim:
“Sebeb-i muhabbet olan iman ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adavet olan şeyler çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır telâkki etmek ne kadar akılsızlıksa, mü’minin mü’mine adaveti, o kadar kalbsizliktir."3
Dipnotlar:
1- Sözler, 24. Söz
2- 21. Lem'a
3- Hutbe-i Şamiye