1800’lerin sonlarına doğru İngiliz İmparatorluğu dünyaya yön verecek ham maddenin petrol olduğunu anlamış ve kaynak aramaya başlamıştı.
1901 yılında, William D’Arcy isminde bir İngiliz iş adamı İran’a giderek dönemin Şah’ı Muzaffereddin’le bir imtiyaz anlaşması yaptı. Bu anlaşmaya göre D’Arcy’ye 60 yıl boyunca İran’da doğal gaz ve petrol aranması, işletilmesi ve satılması için münhasır haklar verilecekti. Bunun karşılığında Şah 20.000 sterlin nakit, 20.000 sterlin değerinde hisse ve bir de imtiyazın işletmeci şirketlerinden yıllık net kârın yalnızca yüzde 16’sını alacaktı.
7 yıl süren çalışmalar sonrası bulunan zengin petrol kaynakları sayesinde D’Arcy imtiyaz doğrultusunda kârın %84’üne sahip oldu ve İngiliz İmparatorluğu dünyanın en önemli petrol kaynaklarından birine erişmiş oldu.
1906 yılında İran’da başlayan Meşrutiyet inkılabı sonucunda, Şah Muzaffereddin inkılapçılarla anlaşma imzalayarak İran Anayasasını tanıdı ve İran Meclisi kuruldu. İngiliz İmparatorluğu bu gelişmelerden rahatsızdı. Zira yukarıda anlattığımız akıl almaz anlaşmanın, artık, Meclise istinat eden yani karar alma mekanizmasının tek bir adam ve ailesinden alınıp halka verildiği bir devlet tarafından kabul edilmesini beklemek ahmaklık olurdu.
Şah anlaşmayı imzaladıktan kısa süre sonra öldü ve yerine geçen oğlu Muhammed Ali Şah 1908’de Anayasayı feshedip Rus ve İngiliz desteğiyle parlamentoyu bombaladı. Takip eden yıllarda İran başka bir başarılı Anayasa inkılabına daha şahit oldu ancak 1921 yılında yapılan darbe ile başlayan sürecin sonunda İran parlamentosu 12 Aralık 1925’te 1906-1907 Anayasasını değiştirerek Pehlevi hanedanını İran’ın meşru hükümdarı olarak ilan etti. İran’da devrimler bununla da bitmedi ve yakın zamanda da bitecek gibi durmuyor.
Bunları neden anlattık?
Günümüzde, özellikle siyasetçiler tarafından dillere pelesenk edilmiş olan “dış mihrak” tabiri, ülkemizin iç işlerine kendi çıkarları doğrultusunda ve bizim zararımıza olacak şekilde karışan dış güçleri ifade etmek için kullanılıyor. Bu yazının amacı böyle emelleri olan dış aktörlerin varlığını reddetmek değil elbette. Zaten böyle yapmak yazının ilk kısmıyla çelişir. Amacımız hangi dış aktörün bize zararlı hangisinin bize faydalı olduğunu anlamak doğrultusunda bir deneme yapmak. Malum, günümüz dünyasında, hele bizim gibi stratejik konumu olan bir ülke için, dış siyaset kaçınılmaz. Zaten bu doğrultuda AB ve ülkeleri, ABD, Rusya gibi birçok devletle diplomatik ve ekonomik ilişkilerimiz oluyor.
Bu sebeple “dış mihrak” teriminin tanımına bir açıklık getirmek de önem arz ediyor.
Peki, ne yapanlar “dış mihrak” oluyor ve ne yapanlar “dost” oluyor?
Bizce bu sorunun cevabı açık ve net: “Dış mihraklar” gücün merkezde ve tek elde toplanmasını arzularken dostlar ise güçlü parlamentoları destekliyor.
Örnekten anlaşılacağı üzere; parlamentosu güçlü, karar alma mekanizması çoğulcu ve katılımcı olan devletleri etkilemek zor. Gücün şahıslarda veya zümrelerde toplandığı ülkelerde ise daha kolay. Yani “dış mihrakların” oyununa gelmemenin yolu güçlü bir parlamentodan ve katılımcı bir demokrasiden geçiyor.
Bu sebeple “Cemahir-i Müttefika-i Amerika” modelini alıp geliştirerek 27 devletin arasında bir demokrasi kurmuş olan, istibdada evrilmeye uygun devletler arası güç dengelerinden ziyade müzakere kültürü ile yürüyen ve “çok taraflılık” ilkesini geliştirerek sürdüren bir yapı durumundaki AB ile yakınlaşmak çok daha makul olsa gerek.