Erich Fromm’a göre gerçek güç “almak”ta değil, “vermek”tedir. Vermek; özveri, bilinç, sorumluluk ve içsel denge ister. Almak ise çoğu zaman bir tepkidir, içsel boşluğu telâfi çabasıdır.
Çünkü almak, dıştan gelenle yetinmektir; vermekse içten taşanla başkasını beslemektir. Dolayısıyla bir insanın ya da toplumun gerçek anlamda güçlü olması, sahip olduklarını paylaşabilme iradesiyle ölçülür.
Bu anlayış, yalnızca bireyler değil, toplumsal çatışmalar açısından da geçerli. Barış sağlamak, problemleri müzakereyle çözebilmek, çatışmak kadar gürültülü ve gösterişli olmasa da asıl güçtür. Çünkü çatışma, genellikle en az bir tarafın zaafı sonucu doğar. Sabırsızlık, öfke kontrolü eksikliği, empati yoksunluğu ya da siyasal vizyonsuzluk; tüm bunlar gelecek çatışmaların psikolojik ve siyasal zeminini oluşturur. Oysa barış, olgunluk gerektirir. Dinlemeyi, anlamayı, geri adım atmayı, kendi tezlerini başkasının endişesiyle sınamayı gerektirir. Ve bunlar, gerçek bir içsel kuvvet olmadan mümkün değil.
Barış yalnızca zafer ilânıyla tesis edilemez. Çünkü galip olan her şeyi aldığında, mağlubun onurunu ve geleceğini de elinden almış olur. Bu da yeni bir çatışmanın tohumudur. Tarih bu konuda oldukça net: I. Dünya Savaşı sonrası Almanya’ya dayatılan Versailles Antlaşması, kısa vadede bir “galibiyet” gibi sunulsa da aslında II. Dünya Savaşı’nın psikolojik ve siyasî zeminini hazırlamıştır. Oysa II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa ülkeleri, düşmanlık yerine dayanışmayı tercih ederek Avrupa Birliği gibi bir yapı kurmuş; böylece çatışma doğuran o “alma hırsını,” karşılıklı “verme” iradesine dönüştürmüşlerdir.
Bugün Türkiye’nin önünde duran en önemli meseleden biri de bu bağlamda değerlendirilmeli:
Terör örgütü PKK’nın silâh bırakması ve toplumsal barış süreci.
Bu tür hassas süreçlerde maksimalist talepler ne gerçekçidir, ne de barışa hizmet eder. Unutulmamalıdır ki, PKK gibi uç bir örgütün düşüncelerini silâhlar aracılığıyla değil de siyaset meydanında tartışmak, onun zeminini terör ve radikal şiddetten demokratik alana çekmek demektir. Bugün, tasvip etmediğimiz söylemler artık Meclis kürsüsünde ya da medyada eleştirilebiliyorsa, bu bile başlı başına bir kazanım.
Yakın dönemde anayasa çalışmaları, siyasî suçlulara yönelik düzenlemeler, demokratikleşme ve hak temelli reformlar yapılacaksa, bu adımlar birer barış sonrası restorasyon süreci olarak hassasiyetle ele alınmalı. Bu süreç bir gecede olmayacak; adım adım, çetin tartışmalarla ve çoğulculuğun gerekleriyle ilerleyecek. Bu yolda hem hoşunuza gidecek fikirler ve hem de asla katılmadığınız görüşler meşru alanda yan yana bulunacak. İşte bu, demokratik olgunluğun testidir.
İyiliği bile “ya hep ya hiç” mantığına sıkıştıranlar, çoğu zaman en büyük kötülüklere kapı aralamışlardır. Çünkü bu anlayış, uzlaşıya, dönüşüme ve gerçek çözümlere kapalıdır. Daha açık bir ifadeyle; sadece kendi şartlarında barış isteyenler, aslında barış değil, üstünlük talep ederler. Bu da çatışmayı başka bir biçimde yeniden üretmekten öteye geçmez.
Değişim, hele ki toplumsal travmaların ardından gelen bir değişim, kolay değildir. Bazen doğru olan bile rahatsız edici gelir. Psikolojide buna “değişim anksiyetesi” denir: Kişi, alıştığı çarpık düzene rağmen, yeniyi tehdit gibi algılar. İyileşme süreci, travmanın tanıdıklığından çıkmayı zorunlu kıldığı için korkutucu olabilir. Ama değişim hem kaçınılmazdır, hem de değişemeyeni zamanla geride bırakma özelliğine sahiptir.
Ve nihayet… Bu çetin yolda, en sağlıklı adımlar ne bağırarak, ne bastırarak, ancak sabırla ve hikmetle atılır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir.”