CHP Genel Başkanı Özgür Özel geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada, Avrupa’nın demokrasiyle, Magna Carta’yla, Fransız Devrimi’yle zenginleştiğini, buna karşılık bizim bu sürece geç katıldığımızı söyledi.
Bu açıklama, Türkiye’de köklü bir zihniyet biçiminin devam ettiğini, Batı-merkezli ilerleme anlatısının hâlâ ana referans olarak kabul edildiğini bir kez daha gösteriyor.
Ancak bu anlatının ardında yatan temel varsayımlar sorgulanmaya muhtaç. Çünkü Avrupa’nın “özgürlükle zenginleştiği” anlatısı, çoğu zaman sömürgecilik tarihini, Osmanlı’nın özgün siyasal ve toplumsal değişimini/dönüşümünü ve Batı dışı toplumların modernleşme biçimlerini göz ardı eden bir çerçeveden besleniyor. Oysa Avrupa’nın ekonomik yükselişi, sadece anayasacılık ve hak arayışı üzerinden değil, aynı zamanda sömürgeler üzerinden kurulan yağma düzeniyle sağlandı. Demokrasi, içeride gelişirken; dışarıda, Asya ve Afrika halklarına sistematik baskı ve soykırım uygulandı. Bu çelişkiyi görmeden yapılan bir ilerleme anlatısı, yalnızca eksik değil, aynı zamanda ideolojik olarak sorunludur, Batı’nın olumlu kazanımlarını idrak etmeye engeldir.
“Onlar yaptı, biz geç kaldık.”
Ne zaman, kime göre, hangi referansa göre geç kaldık?
Bu tür “gecikmişlik” anlatıları, Türkiye’nin modernleşme tarihinin belirleyici söylemlerinden biri. Çoğu zaman bu tür kıyaslamalar, Osmanlı ve Türkiye’nin kendi iç dinamiklerini, tarihsel bağlamını ve epistemik özgünlüğünü yok sayar. Osmanlı’nın anayasal düşünceyle tanışması Tanzimat’a değil, 17. yüzyıla kadar dayanır (Bu konuda Recep Şentürk’ün Osmanlı ve İnsan Hakları çalışması değerlidir). Kanun-u Esasî, birçok Avrupa ülkesinden daha erken bir anayasa deneyimidir.
Burada karşımıza çıkan kavramsal zemin, aslında self-colonization, yani “kendi kendini sömürgeleştirme” olgusudur. Türkiye doğrudan sömürge olmamış olabilir; fakat Batı’yı mutlak ilerleme ve medeniyetin tek taşıyıcısı olarak gören zihin yapısı, sömürgecilik ilişkisini kültürel ve entelektüel düzeyde yeniden üretmiştir. Özgür Özel’in sözleri bu yönüyle, sadece bireysel bir düşünceyi değil, Cumhuriyet’in başından beri süregelen zihinsel bir tercihi temsil ediyor.
Bu tercihin sonucunda, laiklikten hukuka, bireycilikten kamusal alana kadar birçok kavram, Batı’dan ithal edildiği hâliyle kutsallaştırıldı. Bu kavramların Osmanlı pratiğinde zaten var olan karşılıkları ise bilinçli olarak silindi veya küçümsendi. Voltaire, Avrupa’da kilise iktidarına karşı eleştiriler geliştirirken, devlet ile dinin daha esnek bir biçimde ilişkilendiği Osmanlı pratiğini ideal bir model olarak anmıştır. Bu durum, onun kendi bağlamlarında doğrudan tecrübe etmediği bir modeli anlayabilme ve değerlendirme çabasına işaret ederken, Türkiye’deki sekülerleşme hareketleri bu tür tarihî farkları göz ardı ederek, Batı’nın laiklik modelini, hâlâ, harfi harfine taklit etmeye çalışıyor.
Dolayısıyla bugün hâlâ, “Neden Avrupa gibi olamadık?” sorusu etrafında dönüp durmamız, aslında epistemik bir krize işaret ediyor. Özgür Özel’in açıklamaları bu anlamda, Batıcı modernleşmenin hâlâ Türkiye’de ne kadar etkili olduğunu, muhalefetin bile bu söylem çerçevesinden çıkmakta ne kadar zorlandığını gösteriyor.
Dekolonizasyon, yani yalnızca devletsel egemenlikten ibaret olmayan, zihinsel, kültürel ve epistemik boyutları da kapsayan çok daha derin bir dönüşüm, bugün artık sadece Afrika’nın, Asya’nın meselesi değil. Türkiye gibi “gönüllü bağımlılık” ilişkisi kurmuş ülkeler için de bir düşünsel yenilenme çağrısıdır. Zira biz bu yolculuğa, Batı’nın aynasından değil, kendi gözlerimizle bakarak çıkmak zorundayız.
Özgür Özel’in bu yaklaşımı, ana muhalefetin önümüzdeki dönemde aşması gereken en kritik zihinsel bariyerlerden birini de açıkça ortaya koyuyor. Avrupa merkezli ilerleme anlatılarına sorgusuz bağlılık, hem entelektüel derinlikten yoksun bir siyaset diline yol açıyor, hem de Türkiye’nin özgün tarihî ve kültürel modernleşme deneyimlerini değersizleştiriyor. Dahası, Vahdettin, Abdülhamid ve Erdoğan gibi isimleri "tek adam" eleştirilerinin hedefi hâline getiren bir siyasî gelenek, Mustafa Kemal’e benzer bir liderlik figürü üzerinden idealize edip popülist bir anlatıya dönüştürmeye çalıştığında ortaya çıkan görüntü entelektüel olduğu kadar ahlâkî açıdan da trajik bir hâl alıyor.