Eski bir fotoğraf...
Arkadaşlarım, ve saire...
Ağlamak geldi içimden.
Zaman bir rüzgâr gibi...
Savurmuş herbirimizi...
Hayatı doyasıya koklamak elimizdeyken oradan -o gençlik hızıyla- uzaklaşıp altmışlı yılların merdivenini ağır ağır tırmandığını görünce ağlasan ne!
Haşim işte bu yorgun adımları döşemiş yollara:
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden.
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak…
Ve bir zaman semaya bakacaksın ağlayarak.”
***
Zamandan, ayrılıklardan, mecazi aşk yangınlarının küllerini eşelemekten müştekilerin bakışları bana çok tanıdık gelir.
Eyvah, gelmez o günler, o gençlik, o heyecan, o, o, o neler…
Hele ölümün ayak sesleri kendini iyice hissettirdiğinde, dünyanın çok da geniş olmadığını anladığımızda şairlere biraz daha kulak veririz.
***
Ne hayal peki? Ayrılık mı, ölüm mü, yoksulluk mu?
Şairler hakikati(n ta kendisini) ya incecik ya görünmeyen iplere dizince bu yüzden uzağımızda kalıyor belki de!
***
Karacoğlan hepimizin derdini bir çırpıda teline dolamış:
“Üç derdim birbirinden seçilmez:
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm.”
Hangisi hayal bu üçünden ve şu ân elimizdekilerin ne kadarı hakikat?
***
Hayalimizde ne varsa koyalım masaya da ne kadarı burada, kabirde, ötede bize yâr ne kadarı bar olacak!
***
Siyah-beyaz fotoğraflar dedim ya?
O zamanlardan çok fotoğrafım da yok. İyi ki de yok; daha çok hayıflanma düşerdi payıma yoksa.
Siyah-beyaz zamanlara gidiyorum da arada böyle; dönsem mi oralardan ya da kalsam mı en sevdiğim zamanların bir köşesinde…bilemiyorum.
***
Elifba öğrendiğim taş mescit!
Sen de mi uğradın kepçelerin hışmına?
Bilmez ki onlar hatıra sıcaklığını!
Nerdesin doğduğum ev?
Vedalara mı karıştın sende?