Nefessiz, hevessiz bir gün...
Işıklar, yıldızlar sönecek mi!
Ölüm gerçek mi!
Öleceğiz dostlar, bir gün öleceğiz. Bunu hepimiz bileceğiz.
Ölüm gelince mi?
Hayır!
Ölüm gelmeden önce, salâ düşmeden minarelere, nefesimiz henüz nefesken...
Öleceğimizin gönlümüzde hep diri kalması... zor, değil mi? Hem de çok...
Zor çünkü hayatı terk etmek, güneşin sıcaklığını, gölgelerin serinliğini
hissedememek, bulutları başımızda gezdirememek bir gün...
[Ah, masmavi gökyüzü! Senden de ayrılmak ölünce... ki ne severdim o maviliğini!]
Dostlar! Ölüm var! Bir gün banka kartlarımız, kartlaşmış âdetlerimiz,
taviz vermemekliğimiz, hep bizimle beraber zannettiğimiz neler... neler çıkacak elimizden.
Ha, bire bir telaş bizimkisi. Apartmanların eksik katlarını tamamlayıp mı gidelim? Hı?
Kitaba uzağız. Oku... emriyle pek bir alakamız yok; o zaman koltuklarımız göz alıcı olsun!
Kabul edelim etmeyelim, bir gün ne kızım ne oğlum diyebileceğiz. Elimizde hayatı kolaylaştırmak(!) için gezdirdiğimiz cep telefonumuz da olmayacak. Herbi’ şeyimiz burada birilerine kalacak. Onlara da kalmayacak. Bir müddet oyalanma sırası da onlara gelecek.
Bütün etiketlerimiz, lastiği eskimemiş otomobillerimiz, yarım kalmış çayımız, dudağımızın bir kenarındaki tebessümümüz... burada kalacak.
Süslü, renkli, ışıklı vitrinler... Boş ver canım, yaşamana bak, yollu vurdumduymazlıklar hiçbi’ işe yaramayacak.
Cübbeniz, apoletiniz; cebinize/evinize güvenemeyip bankalara yatırdığınız paracıklarınız da on para etmeyecek.
Ölmeden önce ölmezsek, gözümüz hep arkada kalacak zaten.
Ama ölmeden önce ölmeye de ölümün geleceğini düşünmeye de yanaşmaya niyetçiğimiz yok gibi.
Emellerimiz; çepeçevre aynalarımız bizim. Böylece uzadıkça uzuyor ömrümüz; sürgit bir dünya sanıyoruz faniliği.
Dağdağalı bir hayat; bağlanıp kaldığımız. Boş gürültü gibi şeyler diyor, sözlükler dağdağaya. Bir sonuçsuz koşu... Sanıyorsunuz ki bu gelgitlerde bir şey var. Bir tek (sadece) ölüm düşünülmeden yapılıyor bütün hesaplar, apartmanlar, plânlar...
Tûl-i emel... ama kısacık hayat... Birine bile yetişemeden ötekisi geliyor.
Geliyor ve ihtiyacımı karşılamıyor elime geçenler.
Ölüm var. Ayrılık var. Yunus’un ikide bir mısralarına gömdüğü, gömüldüğü ölüm... Yunus ve gibiler hayattayken ölüme gömüldüydü.
Çığlık çığlık yaşadı. Öldü ama hâlâ yaşıyor. Ötelerden şimdiye, şimdiden öteye uzanıyor Yunus.
Ölüm soğuk; hayat sıcak... Renkli, bol davetli; havanda su dövmeli, sahte bir medeniyetin kurbanlarından biri de ben mi olacağım diye ürkmeli değil mi insan? Ölüme soğuğuz ama ölüm bize çok sıcak, çok yakın... Bilsek de, bilmesek de... Gözümüzü açsak da, kapasak da...
Yaşımızı sorarlar ya! Birinin yaşını sorarız ya... Laf işte! Hani derler ya: “Her insan ölecek yaştadır.” İnsana ne de yakışıyor bu capcanlı ölüm! Her dem yaşın bu [ölüm] işte! Kefene de modası geçmeyen elbise demişler ya...
Delikanlı şurdan beş metre kefen kesebilir misin! Şöyle bedenime tam olsun! Öyle ütü filan istemesin sık sık! Orda tek başıma ben nasıl ütülerim! Hangi terzi dikecek bunu; desene!
Tezgahtar bir şey söylemiyor. Kesip veriyor kefeni. Hâlâ suskun...
“Güle güle kullanın!” filan da demiyor. Göz göze geliyoruz. Başka bi’ mal da teklif etmiyor! Pantolon, ceket,kravat da satmak istemiyor! Bu tezgahtarlar da bi’ tuhaf!
Terzi terzi geziyorum; tuhaf tuhaf bakıyorlar bana gözlüklerinin altından. Sonra dönüp ellerindeki sipariş ceketin yarım kalan kolunu takıyorlar. Herhalde benden başka kefen elbisesi diktiren yok. Terziler bu işi bilmiyor.
Tabutçu!
Boyuma göre bir tabut. Ağacı sağlam olsun. Kurt kuş girmesin ha!
Yağmur, yaş akmasın. Boya cila istemesin!