-İstanbul, İstanbul’a hasret...-
İstanbul’u bunca yıldır tanırım. Silüetine bayılırım (bu açık hava müzesinin fakat silüete nazar değdi; nevzuhur, acayip, o beton direklerden ilâve edildi; silüet şimdi ağır yaralı...) İstanbul ellişer katlı binalarsız olur da... silüetsiz olmaz! İstanbul’a bunca eziyet yapılır mı?!... İstanbul ağlıyor. Bu şehr-i aziz en çok fetihte sevinmişti ve en çok şimdi ağlıyor. Fatih yarın İstanbul’a geliyor, deseler; hangi İstanbul’da ağırlayacaksınız?!...
*
Kendimi “İstanbul” hissettikçe:
“Ne kadar sevenim var!” diyorum.
Her dinden her dilden...
Ne fakir zengin ayrımı...
Ne renk ne ırk...
Âlim, cahil bile bir tuhaf karışmış;
Kavuşmak olmuş burada nice “ayrılık!”
*
İstanbul’u yazmak başka bir heyecan...
İlk hecesini ayrı bir vurguyla söylerken;
Kendimden geçiyorum öylece.
Ezanlarından silüetine...
Martılarından vapur sesine...
Beyoğlu’nda dünyayı kucaklayışına...
Ağlayışına Yedikule Zindanları’nda...
Şimdilerde melûl ve mahzun...
İzleri silinirken tek tek ahşap konakların...
Yani Konstantin İstanbul’a...
İstanbul paraya yenilirken...
İstanbul!
Ne olur gitme!
*
Şiirsizliğin şiirini yazıyor şehirler.
Bütün sokakları aynı...
Mevsimleri aynı yaşıyor.
Aşksız bakışlar gibi...
En çok da İstanbul’un siliniyor şiirleri.
*
İstanbul’un başını okşar çınarlar.
Çınar yapraklarında yazılı Osmanlı...
Nedir bu ağaçların bizden çektiği!
Kesiliyor nefesi günbegün bu devletlû şehrin.
Silueti bozuldu Fatih’in emanetinin.
Sıradan ve paradan bir şehir sandık.
Bu şehir; kırklara karışmış bu asalet...
Şehr-i zikir, şehr-i fikir, şehr-i şükür bu şehir...
Hayal bir şehirdi; hayalet bir şehre döndü.
Gece gündüz ağlayan öksüz yetim bir çocuk artık...
Artık eski fotoğraflarda, mısralarda, unutulmuş birkaç taşta...
Artık beton, artık para, derin bir yara İstanbul...
*
İstanbul akşama yürüyor.
Bir fısıltı gibi ağaçlar...
Rüzgâr, son güneşleri okşuyor dallarda.
Serin, sakin bir dost gibi...
Zamana dair ve sair şeyler...
İstanbul d/oluyor içim