Gülmeye fırsat bulamadı.
Çıkamadı içinden ölümün.
İptal-i his için içkiye koştu.
Ah, Cahit; “şiir gibi” yaşamak vardı!
Beni hüzne boğar böyle hayatlar.
Öyle serin sevdalı pencereler aç;
Bir sefer içine çekmeden git!
Nasıl yaşadın öyle, nasıl öldün, Cahit!
AH
Cahit Sıtkı Tarancı...
Cumhuriyetin yaralı şairlerinden biri... Anadolu’dan İstanbul’a gelmenin o derin ve tarifsiz şaşkınlığını yaşayanlardan...
Zengin aile çocuğu olmasının rahatlığı şiir meyvesini vermiştir, diyebiliriz.
[Bir taraftan ekmek parası kazanmak; beride sanata göz kırpmak da olur da... konaklardan gelmenin hayata tesiri de az olmasa gerek...]
Diplomaya bile bile yüz vermeyişi, yaldızlı kâğıt deyişi de bu doygunluğun ipuçları...
İki büyük savaşı yaşamış hayatların varlık içinde olsalar bile acılarının ve arayışlarının hesabını tutmak pek de kolaya benzemiyor.
Ah, Cahit, ah!
Yaşamayı çok seven fakat ölümün pençesini ensesinde hisseden, otuz beşi yolun yarısı bilen ve kendisine otuz beş değil; yirmi üç olduğunu konduramayan şair...
Kırk altısında öldün, ha!
Seni okurken bir hüzün kaplar içimi.
Senin okumanı isteyen babana yazdığın mektupta: “Ben şair olacağım.” diyordun ve oldun.
Oldun ama bu şöhret sana yetmedi.
“Şöhret” hiçbir insana yetmezdi.
Ömür kısa, alkışlar kesilir, dünya fani...
Şairliğini isbat ettin de... içinin yangınlarını dindiremedin; aksine körükledin.
Meselâ On Yedinci Söz’ü sizin o Diyarbakır’daki meşhur Pirinççi Konakta, o avluda bağıra çağıra okuyabilseydik seninle. Sen de Otuz Beş Yaş’ı okusaydın.
[Mehmet Karasan da olmak isterdi yanımızda. Merhum şiire yakın dururdu. Durur muyum ben de... dinleyen birini bulmuşken, ezberimde ne varsa çaya karıştırırdık. O da Muhakemat’tan edebiyatla alakalı yerleri ezberinden okurdu. Sormadım da Muhakemat ezberinde miydi acaba! Vurguları, durguları, sorguları, tonlamaları dikkatle takip eder; bir daha, bir daha okutturur; kendisi de çok sevdiği yerleri tekrarlardı.
En çok şu mısraları mırıldanırdık derken ikimiz de açılırdık:
“Şakaklarıma kar mı yağdı; ne var!
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz!
Ya, bu gözler altındaki mor halkalar!
Neden böyle düşman görünürsünüz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar!”
“Ya, bu gözler altındaki mor halkalar!” mısraındaki vurgulama ve tonlamalara takılırdı nedense. Bu arada beni şiir yorumuna çalıştırıyor da olabilirdi. İyi de oluyordu. Değişik okuyuşları tecrübe ediyorduk.]
***
Hayatın bunca zenginliği başını döndürmüş bu gelgitleri çok şairin.
Gürül gürül akan hayatın şifresini kurcalayıp durdun da... çöz/e/meden gittiysen bu şairlik, bu şöhret bir yere kadar...
Bunu bildiğinden -olacak ki- ölümü derinden hissettiği[n] anlarda bambaşka biri oluyordu[n.]
O “şen şakrak” meclislerden eve dönünce beynini, ruhunu kemiren sorular harmanında buluyordu[n] kendini.
“Neylersin ölüm herkesin başında...”ydı ve saltanatı insanın ancak “bir namazlık”tı. Gün gelir fani aşkların: “Hatırası bile yabancı gelir.”di.
Sürekli O’nu arıyordun.
Her şaire olduğu gibi bu dünya sana da dar geliyordu. Zaten yazmak; aramaktan başka neydi ki!
Nefeslerini, adımlarını sorup sormalarken bu şiir ilham olundu demek: ALLAH’I ARARKEN...
Bu şiir Cahit’in arayışının, ağlayışının, sığınışının, yalvarışının, nedametinin zirvesi desek sezadır.
ALLAH’I ARARKEN
Bilirim; ne yapsam hata.
Yanlış; attığım her adım.
Ellerim elma dalında;
Âdem’le Havva ecdâdım.
Belli; ne birdir ne iki..
Günahım başımdan aşkın.
Yarab sen de bilirsin ki...
Bir sen varsın bana yakın.
Yaşaran gözlerime bak;
Ben yalan söylemek bilmem.
Her şeyim güneşte çıplak.
Nedamet bende cehennem.
Ben ne geceleyin yıldız;
Ne kelebeğim gündüzün.
Bana ben gibi riyâsız
Yüzün gerek Yarab yüzün.
Boş değil ettiğim niyaz.
Halden bilmiyor kimseler.
Dost mu düşman mı tanınmaz;
Suda oynayan çehreler.
Cahit Sıtkı Tarancı