Bugün dahi beğenerek dinlediğimiz pek çok şarkının aslında Osmanlı vatandaşı gayrimüslim bestekârları tarafından bestelendiğini söylemek lâzım. İçinde onlarca farklı millet ve dinden teb’ayı barındıran İmparatorluğun müziği de elbette bu halk tarafından kabul görmüştür. Rum, Ermeni, Yahudi gibi azınlıklara mensup milletlerden büyük şöhret sahibi olmuş müzik adamları çıkmış ve gerçekten de müziğimize değerli eserler kazandırmışlardır.
Seyahatnâmeler, bu konuda bize önemli bilgi sağlayan kaynaklardır. Seyahatnamelerde yazdığına göre meselâ Kanunî Sultan Süleyman zamanında yaşamış bir Mûsevî Türk sanatkârı olan Haham Şalome Benzalto Türk Mûsıkîsi eserlerini, besteleri, ilâhileri, İbranice dinî manzûmeleri Sinagoglarda ve Mûsevî cemaatı arasına yaymak konusunda başarılı olmuştur. Meşhur bir bestekâr olan Zaharya‘nın kilisede mugannî (sesle icra eden) olarak hizmet etmiş bir din adamı olduğunu belirtelim.
Yazar Avram Galanti ‘’Türkler ve Yahudiler‘’ adındaki eserinde, XX. Yüzyılın ilk yarısında bile Galata Şişhâne Karakolu civarındaki “Kenset İsrael Mâbedi”nde “Maftirim” adındaki bir toplulukta üç haham ve yirmi beş çocuğun Türk Mûsıkîsi öğrendiğini‘’ söyler.
Türk Müziği‘nin önemli isimlerinden Rauf Yekta Bey 1933 yılında “Nota” adındaki müzik dergisinde “… Tahminen on sene oluyor ki, bir Cumartesi günü hamamhâne kapı kâhyası Moiz Efendi’nin aracılığı ile Galata’da Tünel civarındaki bir sinagoga gitmiş ve orada icrâ edilen ruhanî âyinde hazır bulunmuştum. Güzel sesli okuyucular bayati makamında bir sıra ilâhi okuyorlardı. Bunların arasında bir ilâhi bana yabancı gelmedi. Biraz dikkat edince anladım ki Türk bestekârlarından ünlü Dede Efendi’nin,“Bir gonca gülün yâresi vardır ciğerimde” güfteli bayatî makamındaki murabba’ına İbranice bir güfte uygulamışlar ve Klâsik Türk Mûsıkîsi’nin bayatî faslında en parlak bir murabbaı olan bu şaheserden aynı derecede nefis bir ilâhi ortaya çıkarmışlardı.” diye yazar.
Bir Batılı yazarın söylediği “müzik insanların evrensel dilidir’’ sözünü doğrularcasına, Osmanlı toplumunu oluşturan farklı din ve milliyetteki insanlar bu ülkenin müziğinden de etkilenmiş, sahiplenmiş hatta üzerine ciddî ilâveler de yapmışlardır. İşte o isimlerden bir kaçı :
Ali Ufkî Bey ismiyle bilinen bestekârımız, aslen Polonyalı yani “Leh” kökenlidir. Ali Ağa, Santuri Ali Bey; Albert Bobowski, olarak tanınır. 1610 yılında soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, Müslüman olarak Enderûn’a alınmış; burada on dokuz yıl boyunca eğitim görmüştür. ”Ufkî” mahlası ile Türkçe ve halk şiirine yakın, ilâhi biçiminde şiir denemeleri yapmış; minyatürle uğraşmıştır.
Ali Ufki Bey ‘’Hazâ Mecmuâi Saz ü Söz‘’ isimli eserini 1659-1667 yılları arasında hazırlamıştır. İçinde halk şiirleri, ilâhiler, halk türküleri, saz ve söz eserleri vardır.
Osmanlı müzik tarihinde Zaharya ismiyle tanınan mûsıkî adamının asıl adı “Zaccharias”tır. Bine yakın eseri varsa da günümüze on yedi kadarı gelebilmiştir. Bu eserler içinde Hüseyni makamında “Tal’atın devr-i kamerde mihr-i âlemtâb eder” “Terkeyledi gerçi beni ol mah-cemâlim” diye başlayan besteleri klâsik müziğimizin önemli örnekleridir.
Bir başka isim olan Kantemir‘in, Osmanlı ve Batı kaynaklarında adı Boğdan Prensi, Kantemiroğlu, Avrupa literatüründe Dimitrie Cantemir’dir.
Molla Hacı Abdülgaffar’ın yazmış olduğu “Umdetü’t-Tevârih” isimli esere göre: “Bu adam İstanbul’da yetişip büyümüş, İlm-i mûsıkîde zamanın yegânesiydi. Hattâ derler ki, kendi ihtiraı olmak üzere segâh makamında lâtif bir bestesi varmış. Moskof’la giderken çalgı takımına o besteyi çaldırtarak ağlarmış. Ağlayarak gitti diye naklederler…” İyi tanbur çaldığı bilinmektedir.
Kantemiroğlu aynı zamanda “Müzikoloji” ile de uğraşmış Kindî’den beri zaman zaman kullanıla gelen “Ebced” notasına değişik bir yön vererek yeni bir nota icad etmiştir.
Kantemiroğlu, ilk eserini ise yirmi beş yaşında iken Yaş’da bulunduğu sırada hazırlamıştır.
Kitâb-ı İlmi’l-mûsikî alâ Vechi’l-Hurûfat (Harfler Üzerine Mûsıkî Kitabı) ya da İşâret-i Perdehâ-yı Mûsıkî (Mûsikî Perdelerinin İşâretleri), kısacası “Kantemiroğlu Edvârı” isimli eserini yirmi yaşında iken Türkçe olarak yazıp 1963 yılında Sultan I. Mahmud’a sunduğu söylenir.
Rum asıllı olan Corci âmâ imiş ve bu yüzden “Âmâ Corci” adı ile bilinirmiş. Kemanı ilk defa diz üzerinde değil göğüse dayayarak çalan kişidir.
Sünbülzâde Vehbi (öl. 1799) onun için şu beyti söylemiştir.
Perdesizliktir, aman etme keman
Yakışır sîne-i Corci’ye keman
Yahudi asıllı bir sanatkâr olan İzak 1745 yılında İstanbul Ortaköy’de doğmuş III. Selim’in tanbur hocalığını yapmıştır. III. Selim, İzak’a fevkalâde saygı ve sevgi gösterir, huzûruna girdiği zaman ayağa kalkarmış.
Hamparsum Ağa, Hamparsum Limonciyan gibi isimlerle bilinen, XIX. yüzyılın önemli siması ise, 1768 yılında İstanbul Beyoğlu (Pera) semtinde doğmuş olup III. Selim’in emri ile kendi adını taşıyan notayı bulmuştur. El Kindî ile başlayan bu çalışmalar Safiyüddin Abdülmümin, Meragalı Abdülkadir, Kantemiroğlu ve Nayî Osman Dede ile sürmüştür. Bir bestekâr olarak günümüze, Ermenice ilâhilerden başka, on dört saz semâisi olmak üzere şarkı formlarından on yedi sözlü eseri gelebilmiştir.
XIX. yüzyılın ünlü tanburî ve neyzeni olan Oskiyan Efendi “Kuyumcu Oskiyan” diye anılır ve Ermeni asıllıdır. Kozyatağı Rifâi Tekkesi şeyhi Halim Efendi ,aynı zamanda hocası olan Oskiyan için, “…Bu zat tanburu âdeta piyano gibi ve fevkelâde metodlu bir tarz çalıyordu” diyor.
Elbette, meşhur gayrimüslüm bestekârlar bu isimlerle sınırlı değil. Ancak yeri gelmişken birkaçının daha adlarını zikredip ayrıntısını başka bir yazı konusu yapalım: Ermeni asıllı Kemani Sebuh, Tanburi Aleksan Efendi, Nikoğos Ağa, Asdik Ağa, Leon Hancıyan, Kemençeci Vasilaki, Melekzet Efendi, Neyzen Agop Efendi, Tatyos Efendi, Bimen Şen, Yorgo Bacanos, Nubar Tekyay, Udi Hrant ...