Vicdanı olmayan insan olamaz” demiş John Berger. Kendisinin meşhur “görme biçimleri” üzerine çalışmaları da aslında bu kapsamda değerlendirilmelidir. Çünkü, vicdan görmek için bir penceredir.
Müslümanın medenî dünyaya karşı en büyük “ikna” gücü “bürhan” dır, demiştik. Aldatılmamak için de baştaki gereklilik buydu.
Evet, her mü’min i’lay-ı kelimetullahla mükelleftir. Bediüzzaman, “ cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz” diyerek asıl dış gücü ortaya koyuyor. “Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.”
Her bir Müslüman sorumludur. “Bilmemek bir özür teşkil etmediğinden...” öncelikle “doğru İslâmiyeti” ve “İslâmın doğruları”nı bilmek zorundadır.
Bediüzzaman mü’mine verilen “gayr-ı mütenahî berahininden” söz ederken, bunlardan “dört bürhan-ı küllîyi” başa alıyor. Bunlardan dördüncü “bürhan” ise vicdandır.
Vicdan nedir, yeri neresidir?
“Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyaratın mültekası vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet fıtrat ve vicdan akla bir penceredir. Tevhidin şuaını neşrederler.” -Mesnevi-i Nuriye -
İşte hakikat “tevhid-i efkâr” böyle bir “vicdan”la tecelli edebilir. O zaman vicdan için iki âlemin ortasında durmak lâzım. O zaman öncelikle tek dünyalılar menzilimize uğramasın!
Hıristiyan düşüncesi vicdanın yerine “kültür”ü koymuştur. Bu nedenle bakışı “romanvari nazar” iledir. İslâm fıtrat dinidir. “Fıtrat ve vicdan akla bir penceredir”. Peki tevhidin şuaını neşreden fıtrat ve vicdan penceresinden akl-ı selimin bakışına ne nedir? Feraset.
Peygamber Efendimiz (asm): “Müminin ferasetinden sakınınız; çünkü o, Allah`ın nuru ile bakar” (Tirmizi, Taberani) buyurmuştur.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali’nde “Güzel ve çirkin huylar” bölümünde “firaset” maddesini şöyle açıklıyor:
“Feraset zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti, bir insanın ahlâkını, kabiliyetini yüzünden anlamak melekesi demektir.
Feraset iki türlüdür. Biri bir nevi ilham eseridir ki, sebebi bilinmeksizin husule gelir. Diğeri kesbîdir ki, muhtelif tabiatlara vukuf sebebiyle hâsıl olur.
Ferasetin mukabili belâhettir (ahmaklıktır), zekâdan mahrumiyettir.”
“Mü’minin feraseti”ndeki nur elbette aklın nuru ile vicdanın ziyasını (Bilmen’in iki feraset türü dediği) beraber bulunduran hakikatin tecelli ettiği nur olsa gerektir. Biz buna “vicdanın aklı” da diyebiliriz.
Muhyiddin Arabî, Peygamber Efendimiz’in (asm) hadisini yorumlarken feraset nurunun bütün isimlerin hükmüne câmî olan Allah ismine bağlandığına dikkat çeker. Bu demektir ki, feraset nuru: “ ... övülen, yerilen şeyleri, saîdlik, şakilik hareketlerini keşfeder”. Yani, hem iyilikleri ve iyiliği hem de kötülük ve kötüleri birlikte sezebilir. Bu da vicdanın akla getirdiği “fikrî genişlemeyi” gösteriyor.
Arabî’ye göre, her kimin ki ferâseti Rabbânî alâmet ve nişanlar olursa, onun ferâseti hata etmez. Fakat fikrî ve felsefî esaslara dayanan kimselerin ferâseti (Üstad buna “akıl gözü” der. Avrupa’nın dehası böyle “tek gözlüdür”) böyle değildir.
Alman filozofu Novalis, “Sezgi bir çeşit dikkattir” demişti. Bediüzzaman ise muhataplarını şöyle seçiyor:
Ey bu dâr-ı fânide medar-ı tesellilerim, bu diyar-ı gurbette enîslerim ve esrar-ı Kur’ân’iyede beni iştiyaklarıyla konuşturan zeki, ferasetli muhatablarım! -Barla -
Ali Ulvi Kurucu, Tarihçe-i Hayat’ın önsözünde Bediüzzaman’ın iktisadçılığından bahsederken şöyle diyor:
Meselâ Üstad, bu yüksek iktisadcılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilakis fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhîdir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takib ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usûlünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.
Vicdan muhasebesi... Akıllı bir vicdan ancak doğru hesabı doğru olarak yapabilir. Bunun için “dikkat” ferasetin de tam ışımasına imkân verir.
Nur talebesinin ferasetine bir örnek şüphesiz Zübeyir Gündüzalp’tir. Onun:
Azami ihlas ve sadâkatle birlikte âzamî dikkat ve aldanmamak da gerektir... şeklindeki ölçüsü vardır. Bediüzzaman’ın talebesi, “hem nazar-ı aklîyi hads-i kalbiyle birleştirmek” gibi bir sistemle donanmış demektir.
Tekrar başa dönersek, medenî Avrupa yeni dönemde tarihte pek çok defa yaşandığı gibi bir “istila”ya maruz kaldığını düşünüyor. Sosyolog Nilüfer Göle, Paris’teki saldırılar vesilesiyle, bu anlayışı ifade için “bir medeniyeti, (İslâmiyet’i) temsil etmiyorlar ancak bir medeniyete saldırıyorlar” dedikten sonra soruyor:
İslâm kime emanet?
O zaman, İslâm’ın akıllı vicdanı ve mü’minin feraseti de görülmek ve gösterilmek isteniyor demektir. “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek...”