Üniversite yıllarında Eski Türk Edebiyatı hocamız sınıfa şöyle bir soru sormuştu: “Arkadaşlar acaba ‘Boğaziçi’ni gezerek mi tanıdınız, yoksa kitaplardan mı?” Her ne kadar bir kaç kişi gezerek demişse de çoğunluğun kartpostallardan, resimlerden, şiirlerden, gravürlerden, roman ve hikâyelerden tanıdığımızda mutabık kalmıştık.
Otuz beş yıllık İstanbullu olmama rağmen geldiğimin ilk yıllarında Boğaziçi’ne hayranlığım dolayısıyla zevkini tatmak için senede bir iki defa da olsa leb-i derya yalıların bahçelerini, göz ulaşmaz duvarlarını merakâver gözlerle tarayarak, yalıdan yalıya geçiş aralıklarından, kalmışsa park-yeşil alan bölgelerinden “Nehr-i aziz”i, boğazın serin sularını görme arzusuyla saatlerce yürürdük.
Müteaddit yürüyüşlerimde Anadolu Yakasını tanıdım. Üsküdar, Kuzguncuk, Paşa Limanı, Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy, Kuleli, Kanlıca, Paşabahçe, Yeniköy, Anadolu Kavağı.
Yıllar var ki, bu güzel yerlere planlı olarak gidemedim. Şimdilerde yine kitaplardan okumak daha zevk veriyor. Veya öyle zannediyorum. Öyle ya:
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği,
Çamlıca’da, yerdedir göklerin derinliği
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar…
Bir ses, bilemem tambur gibi mi ut gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir “Kâtibim”i…
(Canım İstanbul - N. F. Kısakürek)
mısralarında olduğu gibi, fizikî güzelliklerden ziyade derûnî, içe dönük güzelliklerden zevk alır oldum. Daha doğrusu güzellikleri sözle, sohbetle, bir san’atla her mevsim yaşamasını görmek bana başka bir mutluluk veriyor. Bu tür tarif ve tavsifler insanda kaybolmayan, batmayan, solmayan izler bırakıyor.
***
Boğaziçi’ni yaya olarak gezdiğim zamanlarda, Cennet’ten bir parça gibi, dünya güzellikleri arasına gömülü muhteşem köşk, yalı ve evlere bakar, ulaşılması zor yerler olarak düşünür, bir yönümle bu yerlere kendimi yabancı, ezik hissederdim.
Bir yönümle de oturanlar kim olursa olsun, buraları benim ülkemin güzellikleri olarak düşünür, bizlere armağan eden atalarımızı rahmetle yâd eder, içimden çocukça sevinç çığlıkları atmayı geçirir, mağrur duygular taşırdım.
Öyle ya Boğaziçi’nde her ne kadar başkaları otursa da bu leb-i derya yalılar, köşkler, saraylar, kasırlar benim manzaramı güzelleştirmiyor mu?
Bir günlük Boğaziçi’nin Anadolu yakası gezisinde şirin mi şirin sahil mescidlerinden birisinin önünden geçerken mutlaka bir vaktin ezanına yakalanıyorsunuz. Mescidin, bahçeye açılan kapısından o vakti edâ etmek için girdiğinizde açık olan penceresinden bir esintiyle kayıkhanesine vuran dalgaların şıpıltılarını duyarsınız. Kıldığınız namazın uhrevî hazzıyla, fani dünyanın meşrû, mübah, mütefekkirâne zevkini hissedebilirsiniz.
İşte sizi dinlendiren, haz veren, sonsuzlukla irtibatlandıran bir Boğaziçi zevki.
***
Yukarıda saydığım sahil yerleşim alanları içinde bugün de tabiîliğini, tarihî dokusunu koruyan bir yer de Kuzguncuk olsa gerek. Bu sebeple de uzun yıllardan beri TV ekranlarında bazen severek, bazen de tenkit ederek izlediğimiz mahalle dizilerinin seti olan bir yer.
Ekmek Teknesi, Karanlıktakiler gibi bir zamanlar Perihan Abla da o semtte çekilmişti. Filmin şaşkın âşığı başrol oyuncusu “Şakir” her akşam ayrı bir meyhanede görüldüğü halde bir kez olsun yolu camiye uğramıyordu. Belli ki ön yargılı senarist, yönetmen işbirlikciliği Şakir’i herhangi bir caminin önünden geçirmemeye kesin karar vermişlerdi. Dizi “kıssatül lâ tentehi” - bitmeyen hikâye uzadıkça benim merakım da artıyordu. Sonuç da, Şakir ne bir camide ne de bir cami önünde asla görüntülenemedi. Bana göre dizi asıl söylemek istediğini böylece söylemişti.
O günlerde bendeniz karşılaştığım dostlarıma defaatle şu tarzda tenkitlerimi arz ettim:
“Azizim! Bu film Kuzguncuk’ta çekiliyormuş. Mahallenin girişinde Kuzguncuk Camii var. Sahilinde Tahta Minareli, Üryanî Zâde Ahmet Esat Efendi Mescidi var. Az berisinde Üsküdar İskele Camii denilen Mihrimah Sultan Camii var. Her akşam bir meyhanede görülen, içimizden biri tiplemesini oynayan halk adamı (!) bizim Şakir hiç mi bu camilerin önünden geçmez? Müslim - Gayr-i Müslim herkesin merak ederek bu san’at eserlerini ziyaret etmelerine rağmen, kahramanımız camilere uğratılmaz. Senaristin inat ve inancına pes doğrusu.”
Yıllar boyunca bu sözlerimi karanlığa sarf edilmiş sözler olarak değerlendirmiştim. Meğer benim gibi düşünen san’at erbabı varmış. Varmış da bunca yıl bir türlü bu düşünceler seslendirilememişti. Nihayet, bir yönüyle hasret duyduğumuz, beklediğimiz o ses Yılmaz Erdoğan’dan geldi.
Yıllar sonra aynı duygu ve düşünceleri hisseden san’atçıların varlığını öğrenmek, azımsanmayacak sayıda insanımız gibi beni de mutlu etti.
Tiyatro san’atçısı Yılmaz Erdoğan verdiği bir röportajda:
“Sinema setinde günde beş kez ezan için durursun, ‘Aziz Allah’ dersin, beklersin, çay içersin, ama filmde duyulmaz o ezan. Bir yabancı buraya geldiğinde mutlaka bir İstanbul sabahı uyanıp ezanı çeker. Sen de Batıcı kafalı biri isen ‘Bunlar da bizi böyle gösteriyor’ dersin... Bu iş din eşittir yobazlık denklemine kadar gitti. Hepimize yansıyan din deyince gözümüzün önüne Cumhuriyet dönemi filmlerindeki deli, kötü kişiler geldi...”
Diline sağlık Erdoğan. Sen işin içinde olduğun için bu sözlerin bence çok anlamlı. Her ne kadar eleştirenlere karşı:
“Sözlerimin birkaç cümlecik kısmını alıyorsunuz” diyorsan da o cümlecikler, bir asra yakın damlaya damlaya dolan bardağı taşıran son damlacıklar oldu.
Seni eleştiren san’atçı arkadaşlarına gelince; hâlâ güneş gibi hakikatleri görememeleri, vak’anın derinliğinin alâmeti değil midir?
***
Cumhuriyet’in kurucusu bir kısım siyasetçilerin “reddi miras” felsefesi; babasından miras kalan köşkün tapusunu üzerine geçirdikten sonra, onun hatıralarıyla dolu eşyalarını mahallelinin gözü önünde meydan ateşiyle yakan evlât misâli uygulandı.
Allah aşkına!
Çeşme, okul, kale, tarihî bina kitabelerindeki her birisi nadide açık hava tablosu olan hüsn-ü hat şaheserlerini yevmiyeyle tuttuğunuz işçilere murçlarla nasıl da kazıttınız. (Yüzlercesinden bir örneği Sultanahmet’te Türk Edebiyatı Vakfı girişindeki tarihî çeşmenin sağ tarafı kazınmış mermerinde hâlâ görülebiliyor.)
Yakın tarihimizdeki kültür, san’at, edebiyat ve tarihle ilgili tahribatın örneklerini yurdun birçok yerinde görmek mümkün.
Halbuki, sinema, tiyatro da dâhil, san’at olayları tarihten beslenir, tarihle barışıktır. Bu sebeple de tarihî derinlikleri olan motiflerle modern motifler birleştirilir.
***
Ezan 1400 yıl kadar kadim ve tarihî olduğu gibi, daha bu sabah, bu öğle, bu ikindi, bu akşam kadar yeni bir simge, yeni bir motiftir. San’at tablosunda bu motife yer verildiğinde tablonun değeri artar.
Ezan mekânlara, zamanlara hayat veren, onların canlılığını hissettiren, canlı bir organizmadır.
Varsın bizim fikri sabitler ezanı sinemalarına, tiyatrolarına almasınlar. O, beş vakit ufuklarımızın kadim bestesi, musıkîsi; İstanbul’un, Anadolu’nun, Rumeli’nin, Şam’ın, Halep’in, Bosna’nın, Mekke’nin, Medine’nin kısacası İslâm beldelerinin her gün seyrettiğimiz acı-tatlı sahnelerinin fon müziğidir.
Bizler güzel filmleri, tiyatroları olduğu gibi, pespaye dizileri dahi izlerken dışarıda ya akşam veya yatsı ezanı okunuyor olmasıyla o sahnelere ezanı zaten katıyoruz.
Bu satırları yazarken de yine, ilerdeki Cengiz Topel Camii’nden bir ikindi ezanı yükseliyor:
“Allahu Ekber, Allahu Ekber!”
Sesleri ufkumuzu süslüyor, kulaklarımıza kâinatın en büyük mesajını ulaştırıyor. Bizler de “Aziz Allah, celle celâlühû” diyerek dinliyoruz.
Dileğimiz bütün zamanları taçlandıran ezanın nurdan tacıyla herkesin taçlanması, onu duyunca hürmeten “Aziz Allah!” diyenlerin dünyada da ahirette de “Aziz” olmalarıdır.
Günde beş vakit,
Zaman onunla taçlanır.
Vesvese veren,
Şeytan onunla taşlanır.
İşi art olan,
O sesten hep telâşlanır.
MUHSİN DURAN
[email protected]