"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Münâzarât’ın yolu... (1)

05 Temmuz 2019, Cuma
Münâzarât Risalesi, ya da Reçetetü’l Avam, Said Nursî’nin Eski Said döneminin metinlerinden biridir.

Bu metin, soru-cevap tarzındaki diyaloglardan oluşmaktadır. Metnin bağlamından anladığımız kadarıyla İstanbul’dan Doğu’ya dönen Said Nursî birçok soruya muhatap olmuştur. Bu sorular genellikle İstanbul ortamına yabancı, ama bu ortam konusunda bilgilenmek isteyen insanların sorularıdır. Bu açıdan sorular ve diyaloglar, “çevre”nin “merkez”de olup bitenlere ilgisi kadar hangi aktüel sorularla karşı karşıya olduğunu da yansıtmaktadır. Said Nursî, bu sorular yoluyla okur-yazar olmayan insanlara istibdat, hürriyet, meşrûtiyet, cumhuriyet, adalet, insan hakları, gayri Müslimlerin konumu ve benzer konular hakkında bilgiler vermekte ve yorumlar yapmaktadır. Bu kavramlar pekçok insan için ya çok yenidir ya da eskiden beri bilinmekle birlikte yeni bir ışık altında değerlendirmesi ve yeniden anlamlandırılması gereken tartışmalı kavramlardır. Bu tartışmalı kavramların yorumunda ve sunumunda Said Nursî’nin yaklaşımı kadar halka hangi ikna edici ve etkileyici delilleri sunduğu da araştırmaya değer bir konudur. Çünkü o, bu kavramları izah ederken bir yandan bu kavramlara meşrûiyet (ya da gayri meşrûiyet) kazandırıyor, diğer yandan da Doğu’da kamuoyunu oluşturuyor. İlk açıdan onun âlim ve müfessir kimliği önemli olup İslâm ile çağdaş kavramlar ve meseleler arasında kurduğu ilişki entelektüel ve ilmî bir mahiyet arz etmektedir. İkinci açıdan Said Nursî, kamuoyunu etkileyen ve oluşturan bir kanaat önderi olarak karşımıza çıkmaktadır. Şüphesiz ki bu iki kimlik birbirinden ayrı değerlendirilecek bir husus değildir. Said Nursî’nin âlim ve müfessir kimliğine olan güven (ya da güvensizlik) onun kanaat önderliğini de etkilemektedir.

Bu genel bilgilerden sonra Said Nursî’nin metin (Kitap) hakkındaki görüşlerine geçebiliriz. Münâzarât’ta Said Nursî’nin metin görüşlerinden ziyade bağlamın rolüne ilişkin görüşleri daha ön plandadır. Buna rağmen bu konudaki kısa ve özlü bazı açıklamalar, onun genel bakış açısını ortaya koymakta ve bize bazı ipuçları vermektedir. Çok evlilik meselesine gayri Müslimlerin getirdiği eleştiriler konusunda bir soruya cevap verirken, İslâm ahkâmının genel yapısı hakkında bir yorum yapmıştır. Bu yorum genel olarak metin hakkında olmasa bile, Kitab’ın önemli ve halk için de pratik ve işlevsel bir bölümü oluşturan “ahkâm” üzerindeki görüşlerini yansıtmaktadır: “İşte, İslâmiyetin ahkâmı iki kısımdır: Birisi: Şeriat ona müessestir, bu ise hüsn-ü hakikî ve hayr-ı mahzdır. İkincisi: Şeriat-ı muaddildir. Yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünkü, birden tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalb etmek iktiza eder. (2009:286-287).

Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere Said Nursî’ye göre İslâmî hükümler / normlar iki kısımdan oluşmaktadır. Bir kısmı, hukukun temel dayanağı olan ve gerçek güzellik ve iyilik ilkelerini ihtiva eder. Bu kısım, değişiklik gerektirmeyen genel ve soyut ilkelerden müteşekkildir. Diğer kısmı ise, değişken ya da değişikliklere açık olan kısmıdır. Bu kısım, belirli toplumsal ve tarihî durumlarla alâkalı olup temel değer ve ilkelerin uygulanmasına dönük kuralları ihtiva eder.

Bu genel yaklaşımdan sonra Said Nursî, çok evlilik konusunu, ahkâmın ikinci kısmıyla alâkalı bir mesele olarak ele alır ve şu açıklamaları yapar: “Binaenaleyh, şeriat vâzı-ı esaret değildir; belki en vahşî suretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tâdil etmiştir. Hem de, dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla beraber; şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz-dokuzdan dörde indirmiştir. Bâhusus taaddütte öyle şerait koymuştur ki, ona müraat etmekle hiçbir mazarrata müeddî olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhât! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.” (2009:287).

Demek ki çok evlilikle ilgili hükümler, zaten toplumda var olan bir vakıayı düzenlemek ve değiştirmek amacına dönüktür. Yoksa çok evlilik düzenlemesi, Arap toplumunun hiç tanımadığı bir olayı ilk kez gündeme getiren ve bunu topluma deklare eden bir düzenleme değildir. İslâm, sınırsız olarak uygulanan çok evlilik olayını sınırlayarak ve şartlara bağlayarak bir değişime öncülük etmiştir. Bu, belki dolaylı olarak çok evlilik uygulamasını kabul etmek anlamına gelse de bunu mutlak bir kötülük olarak değil, “ehveni şer” (kötülüğün en az kötüsü) olarak görmek gerekir. Hayatta her şey mutlak hayır ve adalet üzere değildir ve olamaz. Bu sebeple Said Nursî, çok evliliği ehven-i şer, ehven-i şerri ise “izafî adalet” olarak tanımlamıştır. Yani İslâm’ın getirdiği düzenleme, önceki duruma göre daha adil olup göreceli bir iyileştirme anlamına gelmektedir. Öyleyse İslâm, çok evliliği olduğu gibi kabul eden ve pekiştiren bir hukukî düzeni değil, değiştiren ve dönüştüren bir hukukî düzenlemeyi öngörmektedir.

İzafî adaletin konusu olan şey, aynı zamanda “tabiata, akla, hikmete” uygunluk arz eder. Tabiata uygundur, çünkü tabiatta çeşitlilik vardır. Her şeyi yeknesak bir ilkeyle düzenlemek ve yeknesak bir hale getirmek mümkün değildir. Akla uygundur, çünkü akıl sadece ideallere göre hareket etmez, hayat gerçeklerine de muvafık olarak düşünür. Bu durumda gerçekçi bir akılcılıktan bahsetmek mümkündür. Hikmete uygundur, çünkü hikmet ideallerle gerçekler arasında doğru ve isabetli olana hükmeder.

Bu açıklamalarla Said Nursî’nin çok evliliği her hal ve şartta meşrû gördüğüne hükmetmek çok zordur. Çünkü o, kâr-zarar hesabına dayalı oldukça pratik bir akıl yürütmeden yanadır ve bu tür bir akıl yürütmeyle eski ve anlamsız birçok “adat-ı müstemirre”yi (süregelen adetler) eleştirmekte ve kaldırılmasına talep getirmektedir. Neden bazı adetleri eleştirdiğine dönük bir soruya şu cevabı vermiştir: “Şu zaman, bazı ihtiyarlamış âdâtın mevtine ve neshine hükmediyor. Mazarratlarının menfaatlerine olan tereccühü, idamına fetvâ veriyor.” (2009:273). İşte bu nokta, onun zamana (yani toplumsal ve tarihî bağlama) ne kadar önem verdiğine işaret etmektedir.

Kaynaklar:

1- Arkun, M. (1995) Kur’ân Okumaları, İnsan Yayınları, İstanbul.

2- Güven, Ş. (2005) Kur’ân’ın Anlaşılması ve Yorumlanmasında Çokanlamlılık Sorunu, Denge Yayınları, İstanbul.

3- Kösemihal, N. Ş. (1971) Durkheim Sosyolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul.

4- Nursî, S. (2009) “Münâzarât”, s. 201-312, Eski Said Dönemi Eserleri,

Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

5- Suruş, A. (1997), Modern Durum ve Dini Bilginin Evrimi, Pendik Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul.

Okunma Sayısı: 5869
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı