Deprem esnasında yaralanan, enkaz altında kalan ve sonradan kurtulanların anlattığı önemli hadiseler var.
Adıyaman Merkez 23 Nisan İlkokulu Müdürü Sadık Tunç’un anlattıkları ve verdiği mesaj dikkat çekici. Dört elle sarıldığımız dünyanın ‘boş’ olduğunu ve sahip olduğumuz nimetlerin farkına varmak gerektiğini bu mesajlardan bir defa daha anlıyoruz. Altı gün sonra enkazdan kurtarılan eğitimci Sadık Tunç’un anlattıkları şöyle:
“Yaklaşık 136 saat enkazda kalmışız. Deprem akşamı yemek yedik, çay içtik sonra uyuduk. Gürültüyle uyandım. Şöyle bir etrafıma baktım. O arada sönük olan lamba yanmaya başladı. Karşıdaki gardolap çatladı. Onu görür görmez yatağın kenarına diz çöküp eşimi yorgan ve battaniye ile yanıma çektim. Zaten çekmemle, 6 katlı olan binanın 4 katı demek ki üzerimize yıkılmış. Çöktük, daracık bir yer. Zifiri karanlık. Bir müddet onun şokunu yaşadık zaten. Sonra dizimin yandığını hissettim. Tuğla parçaları dizimi parçalamıştı. Aşırı derecede terliyordum. Ben diyabet (şeker) hastasıyım. Stres, heyecan, korku hepsi birlikte olunca aşırı bir terleme oldu. Hatta eşim, ‘Üstümüze su dökülüyor’ dedi. ‘Hayır, ben terliyorum’ dedim.
“Bir gün bekledik, iki gün bekledik, üç gün bekledik... Hiç ses seda yok. Ben de zannediyorum ki ilk günden bizi kurtarırlar. Dördüncü gün ses gelmeye başladı. İyi, ümitlendik. Aşırı derecede bir susuzluk çekiyordum. Atletimin bir köşesini yırttım, iki defa -afadersiniz- idrarımı damlattım boğazıma. Çünkü başka çarem kalmamıştı. Dua ediyordum sürekli. Allah’a yalvarıyordum. Başka çaremiz yok zaten. ‘Bugün ölürüm’ diye düşündüm. Eşime dedim ki, ‘Baldırımı kes, -çünkü ayağım eşimin üstündeydi- kanımı em, hiç olmazsa sen hayatta kal.’ Çünkü benim .... (burada ağlıyor...) Yaşadığım çok şeyi anlatmıyorum zaten. Soğuk bir yandan... Ne bileyim...
“Neyse, altıncı gün... En son Zonguldak’tan gelen madenciler “Sesimizi duyuyorsanız 3 kere vurun” diye bağırdılar. Bunun üzerine hanım, heyecandan sürekli duvara vurdu. Ondan sonra bekledik. Bir iki saat geçti, artık insanların sesini daha çok duymaya başladık. Eşim ayağımın altında olduğu için önce onu çıkarttılar. Onu çıkarttıktan sonra benim dönmem gerekiyor, fakat yer dar olduğu için dönemiyorum. Zar sor dönerek beni de omuzumdan çekip çıkardılar.
“Yeğenim gelmiş, ‘Dayı’ diye bana sesleniyor. Ben ‘Bu kim?’ diye ona bakıyorum. 10 gün hastanede tedavi gördüm. Enkazdan çıktıktan sonra kedilerimi merak etmiştim bir de. Okulda görevli hademeyi aradım. Okul sağlam dediler, ona sevindim. Kedilerimden biri ‘sarıkız’ sekiz yıldır yanımdaydı, sürekli koltuğumda uyurdu. Hademe dedi ki, ‘Müdürüm sarıkız kayıp.’ Bu haber beni derinden üzmüştü. Neyse ben (cuma günü) Adıyaman’a geldim. Önce enkaza sonra okula uğradım. Bir baktım, kedim sarıkız camdan içeri girdi. Onu görünce dertlerimi de unuttum. Bir sarıldım kedime... (İlk dışarıya çıktığınızda neler hissettiniz?) İnanamadım zaten. Enkazdayken diyordum ki, ‘Acaba bir gün gökyüzünü görebilir miyim? Acaba bir gün ayaklarımı tam olarak şöyle uzatabilecek miyim? Yürüyebilir miyim?’ bunları hep merak ediyordum.
“Çıkar çıkmaz hemen bir gökyüzüne baktım. Ne kadar güzelmiş gökyüzü? Biz hiçbir güzelliğin farkında değilmişiz! Yürümenin, koşmanın, hava almanın, gökyüzüne bakmanın, ne bileyim; insanları görmenin... hiç bir şeyin kıymetini bilmiyormuşuz. Bütün insanları, bütün kâinatı, bütün börtü böceği, ağaçları bile herkes sevsin. Hiçbir şeyi incitmesinler. Çünkü gerçekten bom boşmuş dünya. Herkesi sevsinler, herkesi. Hiç kimseyi kırmasınlar, incitmesinler. Gerçekten boşmuş bu. Enkazdayken hep bunu düşündüm.”
Dünyanın ‘boş işleri’ için kıran kırana mücadele edenler olarak ibret ve ders almak gerekmez mi?