“Zaman daralıyor” deyimini duymuşsunuzdur, belli ki bu sözlerde haklılık payı varmış. Eskiden zamanların bolardığı, bereketlendiği de olurdu, özellikle de ben küçükken...
Küçük yaşlarda zaman kavramıyla hemhal olduğumuzu ve zamanın değer biçilemez kıymetini idrak edemediğim için olsa gerek Allah korusun ömrümün bazı dönemlerini (özellikle de bize acı ve hüzün veren zamanları) silmek kudreti de bana verilmiş olsaydı bir anda hem de düşünmeden silerdim. Gerçekte yaşanan acıların ve hüzünlerin bizi daha güçlü kıldığını ve düşüncelere sevk ettiğini anlayamadan belki ömür denilen o inanılmaz, anlamlı ve kıymetli hazineyi farkında olmadan boşu boşuna harcamak gafletinde bulunurdum. Şimdilerde dolu dolu yaşadığım söylenemez.
Çocukluk dönemleri ki, bir an önce büyüyüp gençleşmek, hayatın içinde “ben de varım” demek ve varlığımı daha çabuk hissedecekleri bir zamana ulaşmak isterdim.
Zamanın geçmediğini hissederdim. Defalarca saatime bakıp kısa bir zaman içinde uzun süreler yaşadığımı hissettiğim anlar olmuştu. Özellikle de sıcak Ramazan günlerinde bu hissi daha derinden hissettiğim olurdu.
Bununla birlikte öyle zamanlar olurdu ki, okuduğum Peygamberimize (asm) ait bir zamanda onun Ashabından olup meselâ Bedir Savaşına katılıp kahramanca savaşmayı veya Hazret-i Yusuf’la aynı zamanda yaşayıp onun cemalini görüp aynı zindanda olmayı onunla saatler sürecek sohbetlerde bulunmayı belki Musa Aleyhisselâm’a yoldaş olup, Hızır Aleyhisselam’la yaşadıkları atmosfere şahit olabilmeyi… Bunun gibi daha birçok şeyler istediğim zamanları da yaşadım.
“Einstein’ın izafiyet teorisine göre de mutlak zaman yoktur, uzay ve zamanı algılamamız, bulunduğumuz yere ve hareketlerimize bağlıdır. Kişiden kişiye, yere ve zamana göre değişir. Bulunduğumuz yere ve evrene göre olan farklılıktır, akıp gider.”
İslâm’da tayy-ı mekân ve tayy-ı zaman kavramlarını ve evliyanın bir kısmının bu durumu yaşadıklarını okudum.
Tayy kavramı ki zamanın ve mekânın dürülmesi, bükülmesi anlamlarına gelen bir kavramdır. Yani biz Einstein’dan çok önceleri bulmuştuk aslında İzafiyet Teorisini, üstelik onun izafiyet teorisinde eksiklikler vardı veya bizim teorimiz ondan daha üstün ve daha mükemmeldi.
Üstad Hazretleri On Beşinci Mektubun Birinci Makamında “Zamanla mukayyet olan cism-i maddî gılâfından sıyrılıp tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadri öbür gün leyle-i îyd ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir” şeklinde devam eden risalenin öncesinde ve sonrasında aslında bir nevi izafiyetle ilgili muhteşem tesbitleri nazarımıza sunduğunu, mektubun devamın- da “Ruhun zamanla ve mekânla mukayyet olmadığını, hissiyatımızı (tertemiz) ruhumuzla aynı dereceye çıkarabilirsek cisimden, bulunduğu zaman ve mekândan sıyrılarak kurbiyete [Allah ile olan yakınlığa] sebebiyet vereceğini” anlatmış.
Bütün bunları derinlemesine düşünürken kâinatın içinde bir boşlukta yuvarlandığımı hissetmeye başladım.
Allahu Teâlâ’nın neden ilminde ezel ile ebedin bir olduğu şekliyle değil de muhtemelen biz insanlar anlayabilelim diye her şeyin bir sırayla, bir tertiple, küçük parçalara bölünerek, zaman dilimleri şeklinde, verilmiş olduğunu ve herkesin aslında kendi zamanında yaşadığını anladım.