Bir tek söz için ömrünü harman etmişlerin, bir mahzun duruş için rüzgâra kendini katmışların ah-u enîni, yürek yangınının tütsüsüdür sadece. Kendisi içten içe yanarken, etrafa rayihasını yayan bir buhurdan...
Vefanın buudunda tayeran eden bir üveyk, kaçamadığı, uzaklaşamadığı için değil, bırakamadığı için gitmez. Hayatına giren her hadisenin bir emir tahtında olduğunu kabul eden her yürek, vefanın simasına, gönlünün alâsına vurulmuştur. Bir söz, bir duruş, bir bakış, bir lâhza sükût belki... Mahcup bir gülümseme, şefkatle bakan bir çift göz...
Vefaya sebep mi ararsın ey dost! Esen rüzgâr, kalkan yaprak, gökte güneş, yerde deniz... Beklentisizlik sahiline erişenin, sadece kendine faydası olana vefa göstermesi düşünülebilir mi? Hayatta her var olana sevgi damlası düşürenin, hayatına girene saygı duymaması tahayyül edilebilir mi?
Ey vefa kuşunu kanatlarıyla taşıyanlar! Bilmeli ki, sadece sevgimizin, sevdamızın eteğine erenlere vefa, bir tür soğuk alış veriş ve aldım-verdimciliktir.
Cemâl-i Ezeli’den gelen her zerreyi aziz bilmek, belki bize yakışan, bizde durması gereken budur.
Vefanın bir mumu var mı, yandıkça biten, eriyen? Yüzümüzü yalayıp geçen bir esinti mi, anlamlandıramadığımız? Ne veriyoruz, ne alıyoruz insanlardan? Nasıl bir veriş alıştır bizdeki? Vefa kalesinin burçlarını düşündüğümüzde, sığar mı ben sana sen bana anlayışı hiç birine? Yağmur yağar, rüzgâr eser, yıldız çıkar, mehtap başımızı döndürür, güneş hüzmelerini gönderir aşk ile... Hepsine vefa, her şeyde vefa, her şe’nde vefa... Hayatımıza değen, ruhumuza yağmur yağdıran, her gittiğimiz yere bahar götürmeyi öğretenlere vefa... Yerde kalmayacak bir keskin kılıç. Kanatları bembeyaz bir güvercin, çağıl çağıl çağıldayan bir ırmak...
Meçhul bir şarkının bilinmez güftesinden bahsediyorum ben. Kanatlarından vurulmuş yaralı bir kuş, sözlerim... Yağmurun yağışına yetişememiş bir eleğimsağma... Var mıdır, yaralarımıza bir merhem uzaklardan? Getirir mi rüzgâr, ötelerden bir duâ? Kimbilir?
Kem bir bakışa, kötü bir söze, bir anlık gaflete, bir lâhzalık infiale yükleyip bitirdiğimiz dostluklar, arkadaşlıklar, yârenlikler vefa mıdır Allah aşkına? Hayatımıza giren her hayattar hücreye bile vefa gösteresi bizler, insanî zaaflarımıza yenilip tükettiğimiz her dostluğu, neresine koyacağız hayatımızın? Hangi kalp alacak, hangi vicdan sindirecek, hangi idrak ve şuur muhafaza edecek bunu?
“Evvelâ: Kaderin onda bir hissesi var.
Sâniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp o adama adavet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan acımak ve nedamet edeceğini beklemek.
Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.” (Mektubat, 22. Mektup) diye devam eder satırlar.
Üstadımızın muhabbet ikliminden, Kur’ân’ın hakikatlerinden tebeyyün ettiği bu satırları, nasıl okuyacak, nasıl idrak edeceğiz? Uhuvvete uzanan, muhabbete koşan, vicdanlara köprü olan, buram buram vefa kokan bu satırlar, elbette yaralı gönüllerde mâkes bulacak, derya-misâl hissiyâtları dalgalandıracak.
Ama bu dalgalanan gönüllerde biz olacak mıyız, mesele budur.
Herşey yanar, herşey geçer, her var olan birgün yok olur, güneş batar, yıldızlar kaybolur. Hergün yeni bir sayfa açılır idrak edenler için. Anlık heyecanlara, şahsî öfke ve intikamlara, şahsî hazlara ve nefsin veryansınlarına kurban ettiğimiz vefa, geride pişmanlıklar, elem verici günahlar, kaybedilmiş güzellikler ve bir daha bulunamayacak nadir dostluklar bırakacaksa, sabretmeye ve nefse prim vermemeye değmez mi? Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırını güden ecdadın vefası, bizim gibi halefe yetmez mi?
Gönlümüzün vefa yamaçlarından yeniden çiçekler toplayalım.
Bakalım, nasıl bir çiçek tarlamız olacak?