30 Aralık 2013, Pazartesi
İstismarın en kötüsü, en çirkini, en tehlikelisi bence dinin istismar edilmesidir. Kâinatta hiçbir şeye âlet edilmemesi gereken değerler, dinin yüce değerleridir. Hiçbir sebep, hiçbir durum dinî değerlerin sû-i istimalini masum veya makul gösteremez. Hiç kimse dinin kudsî değerlerini, şu veya bu niyetle, şahsî menfaatine, makam veya mevkiine, hatta ülke ve millet menfaatine de olsa âlet edemez, etmemelidir. Bunun vebali ağırdır.
Buna rağmen, ne yazık ki, geçmişten bu güne İslâm âleminde bir çok insanın hiç çekinmeden dini kullandığını, hiçbir şeye âlet olmaması gereken o yüce değerleri istismar ettiğini görüyoruz. İslâm tarihinde ilk, belki de en korkunç, en dehşetli, en tehlikeli din istismarına Emevilerin Hz. Ali’ye (ra) karşı Sıffin harbinde güya Kur’ân’ı hakem tayin talebiyle, Kur’ân sayfalarını mızraklarının ucuna takarak meydana çıkmalarıyla cüret edilmiştir. Bu alenî din istismarını göze almada hiçbir sakınca görmeyen Emevilerin niyeti, Hz. Ali’ye (ra) karşı olan anlaşmazlıkta Kur’ân’ı hakem olarak kabullenmekten çok bu savaşta kaçınılmaz bir yenilgiden kurtulmaktır. Bunun için Kur’ân’ı nazarlara vererek, Hz. Ali’nin askerlerinin kafalarını karıştırıp, morallerini bozarak, zaferi elde etmektir. Ve nitekim beklenen olmuştur, mızrakların ucunda Kur’ân sayfalarını gören Hz. Ali’nin (ra) askerlerinin kimyaları bozulmuş, cesaretleri kırılmış ve savaşı kazanan taraf Emeviler olmuştur. Ve bunun sonucunda hilâfet de saltanata dönüşmüş ve o tarihten bugüne siyaset ile dine hizmet dönemi başlamıştır. Bu meyanda birbirinden oldukça farklı olan hilâfet ile saltanatın aynı şeyler olduğunu iddia eden çevrelere bu yönde fetvalar veren sözde bazı âlimler de destek verince, maalesef din adına çok karmaşık bir zemin ortaya çıkmış oldu.
Emevilerin böyle cüretkâr bir şekilde dini istismar ederek hilâfeti ortadan kaldırarak, saltanatla yani siyaset yolu ile güya dine hizmet denemesi, İslâm tarihi içinde tekerrür ederek, günümüze kadar geldi. Ama her defasında da böyle tepeden inme bir metotla, devlet eliyle dine hizmetin mümkün olmadığı, tam tersine dine ve dindarlara tamiri mümkün olmayan zararlar verdiği defalarca görüldü.
Dinin istismarı bazı yerlerde bazı kimseler tarafından öyle yapıldı ki, ancak bazı şarlatanların hezeyanlarıyla izah edilebilir boyutlara ulaştı. Ancak din düşmanları böyle hezeyanlara cesaret edebilirler diyoruz. Zalimler, katiller, despotlar yaptıkları zulümlerine, akıttıkları kanlara dinden kendilerine bir ruhsat, bir fetva arıyorlarsa ve bu fetvaları bulacak kiralık, satılık sözde ulemayı da bulabiliyorlarsa, bu tablo din istismarından öteye, dine yapılan bir hıyanettir, bir cinayettir.
Mısır’da darbe yaparak meşrû hükümeti alaşağı eden general Sisi ve avanelerinin namaz kılmak için bulundukları bir camide vaaz kürsüsündeki sözde bir âlim hoca, ”Mısır ordusu askerî darbe yapmakla, tıpkı Hz. İsmail (as) gibi kendilerini feda etmişlerdir” beyanında bulunuyor. Evet böyle bir ifadeyi, hem de din âlimi ünvanına sahip birinin istimal etmesi hem yapılan zulme ortak, hem de dine yapılan bir ihanet değil midir?
Keza komşumuz Suriye’de yine âlim sıfatını taşıyan birisi de, Esad askerlerinin aynen ashap gibi olduklarını, muhaliflerle savaşırken ölürlerse şehit olacaklarını beyan etmişti. Evet sırf darbecilere, diktatörlere yaranmak için, din adına böyle zırvaların yapılması din istismarının en çirkini, en tehlikelisi değil mi?
Geçmişten bugüne bizde de benzeri din istismarına hep şahit olduk. Bu noktada din istismarında ilk akla gelen ismin M. Kemal olduğunu biliyoruz. Bu zatın dinî argümanları kullanarak, dinî değerleri tahrif ve tahrip ettiği ve bu tahrip ve tahriflerin bugüne kadar bir türlü tamir edilemediği de herkesin malûmu. Onun ölümünden sonra da, onun yolundan giden, onun ideolojisine baş koyan etkili ve yetkili güç odaklarının da hemen her fırsatta; “Biz de Müslümanız ammaa” deyip dinî değerleri tahripte sınır tanımadıkları da hepimizin malîmu.
Bir de; dindar bilinen cenahta dini istismar gerçeği var ki, bu daha fazla siyaset alanında vuku bolan bir durumdur. Dine hizmet adına siyaset arenasına atılan malûm siyasî kadroların; “Hak geldi; batıl zail oldu” âyet-i kerimesini nasıl da bir siyasî sologan haline getirdiklerini; seçimleri bir çeşit Müslüman sayımı kabul ettiklerini; kendilerine rey vermeyen Müslümanları patates dininden saydıklarını çok iyi hatırlıyoruz.
Yine bu meyanda mevcut siyasî iktidarın temsilcilerinin de zaman zaman, niyetleri dini istismar olmasa da, benzeri hatalara düştüklerine hep şahit oluyoruz. Meselâ hükümet sözcüsünün özetle; “Hulefa-i raşidin Hz. Peygamber’in etrafında yekvücut olarak kenetlendiği gibi; biz de görüş ve düşüncelerimiz farklı da olsa, Başbakanımızın etrafında yekvücut oluyoruz” dediğini biliyoruz.
Şunlar da, aynı partinin Dışişleri Bakanının kısaca ifadeleri: “....Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin değerleri anlamında AKP 1000 yıllıktır. Ramazan değerleri ve tevhid inancı anlamında 1400 yıllıktır. Habil’e, Kabil’e kadar giden adaletle zulüm arasındaki mücadele anlamında hakkın safında yer alma bağlamında insanlık tarihi kadar eskidir AKP’nin mazisi.”
“AKP’nin görüşü, millî görüş geleneğinin ötesinde bir durumdan bahsediyorum. Osmanlı’dan, Selçuklu’dan, Abbasi ve Emevi’lerden Peygamber Efendimize (asm) giden bir vizyon olarak nitelendirebiliriz.” Bunlar da aynı partinin beyin takımından bir akademisyenin söyledikleri. Yapılan kıyaslara dikkat edin. Eyne’s-sera, mine’s-süreyya! Bunlara sorsanız kesinlikle dini istismar etmediklerini söylerler. Ama işte söyledikleri de meydanda.
Kısaca en çirkin, en kötü, en tehlikeli, en veballi istismar dinin istismarıdır.
Okunma Sayısı: 1887
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.