Vaktiyle, memleketin birinde, bir adam eşini ve çocuğunu yanına alır, birlikte pikniğe giderler. Kadın sofrayı kurarken adam elindeki piknik sepetiyle uçurumun kenarında kayalıkların üzerinde deniz manzarasını seyretmektedir.
Biraz sonra babasının yanına gelen çocuk ona şöyle der: “Baba, annem diyor ki, baban tehlikede. Ya oradan çekilsin ya da piknik sepetini elinden bıraksın…”
Avrupa Parlamentosu’nun yayınladığı son rapora göre, 2018 yılında durma noktasına gelen Türkiye’nin AB’ye katılım süreci; Türkiye’nin konumu, stratejik önemi ve göç anlaşmalarına rağmen, yaşanan demokratik gerileme nedeniyle askıya alınmış.
Raporda, İmamoğlu’nun tutuklanması, protesto gösterilerine yönelik müdahaleler ve insan hakları ihlalleri, Türkiye’deki demokratik gerilemenin başlıca göstergeleri olarak belirtiliyor.
Türkiye dışarıdan böyle görünüyor, peki ya içeride durum nasıl?
İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası kimi muhalifler, sessizliğe büründüler. Sükûtlarının sebebini ise şöyle izah ediyorlar:
∗ Vaktiyle bu iktidar bize zulmettiğinde onlar bize destek vermiş miydi? Biz niye onlara destek olalım?”
∗ Haksızlığa itiraz edersek biz de zulme uğrayabiliriz.
∗ Onlar zulme uğrarken destek verirsek, başta bizim cenah olmak üzere herkes, bizi de onlardan sanabilir.
∗ Zaten onlar hak etmişti, ateş olmayan yerden…
∗ Ses çıkarsak ne işe yarayacak sanki?
KHK’lılar, tarassut altındaki bazı cemaatler, belediyelerine kayyım atanan DEM Partililer, muhtelif solcu ve sağcı muhalifler ve hakeza. İktidarın yargı eliyle muhaliflerini terbiye(!) etmesine itiraz etmeyen muhaliflerin sayısı bir hayli fazla.
Fakat tam burada büyük bir çelişki ortaya çıkıyor. Muhalifler bir yandan birbirlerine “oh olsun” derken bir yandan da tek adam rejiminden dem vurup hukuk devleti istiyorlar.
Yani hem iktidar birilerini uçurumdan iterken umursamıyorlar. Hem de düşen kişi düşmeden evvel elindeki hukuk devleti sepetini bıraksın da öyle düşsün istiyorlar.
Bu bakış ise iktidarın iştahını kabarttığı gibi hukuk devleti de her seferinde düşenle birlikte uçuruma yuvarlanıyor.
Yazımızı bir Kütahya türküsü ile sürdürelim:
Sepet almış bağa girmiş üzüme.
Bir incecik sızı girdi dizime.
Ayrılık sürmesin çekmiş gözüne.
Siyah miyah avrupa al yanağa perd’oldu.
Türküdeki “avrupa” kelimesi modaya uygun kesilmiş saç anlamında, “perd’olmak” kelimesi ise “perde olmak” anlamında kullanılmış. Fakat biz akla ilk gelen anlamı ile yazımızı bağlayalım.
Türkiye’de kimileri tek adam rejiminden tokat yediği, kimileri de hukuk devletinin düştüğü bu halden utandığı için yüzleri kızarmış, al yanakla geziyor.
Avrupa Birliği, tüm kusurlarına rağmen, “siyah miyah da olsa” Türkiye’nin al yanağına koruyucu bir perde olmaya devam ediyor. Türkiye, bugün AB’nin ekonomi ve hukuk sisteminin bir parçası olmasa idi çoktan monarşiye düşmüştük bile.
İşte bu yüzden dahi haksızlığa ses çıkarmak önemli. Çünkü Avrupa Parlamentosu’nun raporu şu cümlelerle bitiyor:
“Türkiye’nin üyelik süreci dondurulmuş olsa bile bu süreci canlı tutmanın, kapıları tamamen kapatmamanın başlıca nedeni Türk toplumunun, özellikle de Türk gençlerinin, demokratik ve Avrupa yanlısı arzuları. Türkiye’de hâlâ canlı bir sivil toplum var. Gelecekte, farklı liderler ve farklı bir siyasî iklimle birlikte, Türkiye’nin AB üyeliği hedefiyle, yeniden Avrupa ile bütünleşmesi ihtimali hâlâ mevcut…”
O halde “ayva dibi serin olur yatmaya” demeyi bırakmak gerek…