"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İman nuru ve dağlar

Hüseyin Şahinoğlu
08 Ağustos 2019, Perşembe
Yüksek bir tepenin ya da engin bir dağın alt yamacına kurulmuş şirin bir köyde doğmuş ve çocukluğunuzu geçirmişseniz, daha sonra nereye giderseniz gidin, hatırladıkça o dağın nefesini hisseder, başınızı tekrar tekrar gölgesine koymak istersiniz.

Yahut da çocukluğunuz, etrafı sıra dağlarla çevrili küçük bir yerleşim biriminde geçmişse; düşündüğünüzde, o sıradağların hayalinizi kapladığını hayal edersiniz. Veya çok katlı binaların kuşattığı şanssız bir şehrin kenar mahallesindeki mütevazı bir evde gözünüzü hayata açmış iseniz, dağlara olan özleminizi ya seyahat esnasında gördüğünüz yüksek manzaralara ya da belgesel programlarındaki karelere hasrederek gidermeye çalışmak zorunda kalırsınız.

İnsan olarak herkes, hepimiz dağları severiz. Ormanları sevdiğimiz gibi. Denizlere hayranlık duyduğumuz gibi. Gök yüzündeki yıldızları kendimizden geçerek izlediğimiz gibi. Çünkü böyle var edilmişiz, böyle var ediliyoruz. Fizikî âlemi seviyoruz, çünkü fizikî âlemdeki her şeyle ilgiliyiz. 

Dağlar ki, yeryüzünün hemen her yanını kaplamış anlamlı yükseltiler, hazineli direklerdir. Şiirlere konu olmuş, atasözlerinde zikredilmiş, canlılara mesken olmuş, madenlere kaynaklık etmiş, şarkılarda dile gelmiş var oluşlar!

İster küçük bir dağ köyünde yaşıyor olalım, ister dağlarla çevrili bir şehirde, isterse düz bir ovada; yeryüzündeki bu “ihtişamlı yükseltilere” kayıtsız kalabilir miyiz? Bunları tesadüfün eline yahut hiçbir şuuru olmayan “tabiat”ın uhdesine verebilir miyiz? 

Çok basit gözlerimizle baktığımızda bile, dağların ne kadar yararlı olduğunu görüyoruz. Üzerinde yaşadığımız toprağı çivi gibi tutuyor. Madenlere kaynaklık ediyor, birçok kıymetli maden, dağlardan elde ediliyor.  Kimi yerlerde serin ve zengin mineralli sulara, sarnıçlara, derelere, pınarlara göze oluyor. Daha bilmediğimiz ne çok faydalı gelişmeye vesile oluyorlar, diye düşünüyoruz.

Konuyla ilgili yapılan jeolojik araştırmalarda ise dağların fonksiyonu ile ilgili olarak dikkat çekici onlarca faydadan söz ediliyor. Kuşkusuz bunlardan en önemlisi dağların toprağı “sabitleştirici” fonksiyonu. Fakat bu basit bir olay değil. İfade edildiğine göre yer yüzünün kayalık olan dış kısmı derin faylarla kırılmıştır ve magma üzerinde yüzen plâkalar halinde parçalanmıştır. Dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüş hızının çok yüksek olmasından ötürü, yüzen plâkalar eğer dağların sabitleştirici etkisi olmasaydı hareket halinde olacaklardı. Böyle bir durumda yer yüzü üzerinde toprak birikmeyecek, toprakta hiç su depolanmayacak, dolayısıyla hiçbir bitki filizlenmeyecek, kısacası dünya üzerinde hayat olmayacaktı!

Bu husus bize çok açık olarak dağların bir ilim, bir irade, bir kudret tarafından inşa edildiğini göstermiyor mu? Birkaç kişinin kalacağı iptidaî bir çadırı kuran, kazıklarla onu yere sabitleyen olur da yüz binlerce çeşit canlıya mesken olan şu dünya çadırını kuran olmaz mı? Sadece bir fonksiyonu itibariyle, bu çadırın kazıkları olan dağları diken, onlara sabitleme işlevi veren olmaz mı?

Nitekim yerin ve göklerin Yaratıcısı olan Allah, Kur’ân’da, “O, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yarattı; sizi sarsmasın diye sağlam dağlar dikti, orada her türlü canlıyı yaydı…” (Lokman 31/10) buyurarak Kendisinin o işi; ilim, irade ve kudretiyle yaptığını ifade ediyor!

Kâinatı yaratan ile Kur’ân’ı gönderenin aynı kaynak olduğunu, kâinatın O’nun kudret sıfatından, Kur’ân’ın ise kelâm sıfatından geldiğini sıklıkla vurgulayan Said Nursî, “adetâ şu ova, dağlar birer sahife; yüz binlerle ayrı ayrı kitaplar, içinde yazılıyor. Hem hatâsız, noksansız olarak yazılıyor” cümlesiyle dağların İlâhî irade ve kudreti gösteren bir sayfa olduğunu ifade edip bu sayfayı tefekkür etmeye dâvet ediyor. O, “dağların zemine kazık gibi çakılması” ile ilgili âyeti açıklarken de âyetin çok geniş bir perspektif sunduğunu, herkesin kendi bilgi, görgü ve eğitim seviyesine göre bu âyetten manalar çıkarabildiğini açıklıyor.

Burada biz insanlara düşen uzandığımız, dokunduğumuz, gördüğümüz, her şeye “insanî” donanımlarımızla bakıp bunların kendi kendine olamayacağını, kör tabiatın veya sağır tesadüfün eseri olamayacağını idrak edip (lâ ilâhe demek), arkasındaki İlâhî irade, kudret ve rahmeti (illallah diyerek) daima fark etmeye çalışmaktır! Bu fark edişin adı “iman nûru”dur. İman nûru ile baktığımız her şey bizi Yaratıcısına ve O’nun özelliklerini anlamaya götürür; bu suretle baktığımız her şey ışıklanır. Aklımız, kalbimiz ve duygularımız bu ışıkla dolar! Âlemdeki bütün varlıklar, Said Nursî’nin işaret ettiği gibi bir kitap, bir sayfa, bir cümle olarak Rabbimizi gösteriyor, Rabbimizi tanıttırıyor!

Bu “tahkiki iman”la ve bu imanın gerektirdiği hal ve davranışlarla hayatımızı geçirmemiz ise bizi “Cennete ehil” hale getirir inşallah.

Okunma Sayısı: 2046
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı