Sultan Fatih, İstanbul’un fethi öncesinde şehri kuşatınca, Bizans halkı ve komutanları, Katolik devletlerden yardım kabul edilip edilmeyeceği hususunda istişare ederler.
Bizans donanmaları komutanı Notaras, bu tartışmalar esnasında şu meşhur sözü söyler: “Kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim.” Ortodoks Bizans halkının büyük bir çoğunluğu da Notaras’la aynı fikirdedir.
Çünkü bir önceki haçlı seferinde; Kudüs’ü fethetmek ve Hıristiyanlığı tebliğ etmek gibi dinî söylemlerle kendisine destekçi toplayan Haçlı ordusu, İstanbul’a gelince bu ideallerini bir kenara bırakıp, şehri yağmalayıp, yakıp yıkarlar.
Notaras’ın ve Bizans halkının Kardinal külahına olan nefreti de aslında, dinî sembol ve söylemleri şahsî çıkarlarına alet eden zalim Katolik liderlerine olan nefretten ileri gelmektedir.
Halkı dinî söylemler ile yöneten idarecilerin zalimâne davranışlarına duyulan nefret, bir bakmışsın ki o idarecilerin dinine duyulan nefrete dönüşmüştür.
Yaşadığı acı tecrübelerden ders çıkaran Batı Devletleri, günümüzde “Kesik Başlar Modeli”ne geçerek bu meseleleri arkasında bırakmıştır.
Peki, nedir bu “Kesik Başlar” Modeli?
Kesik Başlar Modelinde, kimse idarecilerin başındaki örtüye, külaha ya da sarığa bakmaz. Kimse idarecilerin başıyla ya da başının içindeki inançla ilgilenmez. İdareciler bu yönüyle, halkın nazarında adeta birer kesik başlardır.
Aynı şekilde idareciler de inançlarının sembolü olan şeyleri, halkın teveccühünü kazanmak için “ulu orta” başlarına koymazlar.
Geçtiğimiz günlerde, Batı’nın “Kesik Başlar” modelinden iki örnek vardı haberlerde.
İlki; ABD’nin ilk başörtülü hâkimi Nadia Kahf. Suriye kökenli bir aileden gelen Avukat Kahf, New Jersey Yüksek Mahkemesine hâkim olarak atandı. Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ederek görevine başlayan Kahf, ABD’de başörtüyle kürsüye çıkan ilk hâkim oldu.
İkincisi ise İskoçya’nın ilk Müslüman Başbakanı Hamza Yusuf. İskoçya Başbakanlık konutunda ailesiyle birlikte iftar yapan Pakistan asıllı Hamza Yusuf, iftardan sonra ailesine teravih namazı kıldırdı ve o anların fotoğrafını sosyal medya hesabından paylaştı.
Ne İskoçya’da ve ne de Amerika’da, Hıristiyan halk sokaklara dökülüp, “din elden gidiyor” demedi.
Birileri bu iki ismi azınlık Müslümanlara şirin görünmek için bu makamlara getirmedi.
Çünkü Amerikan halkı hâkim Nadia Kahf’ın başörtüsüne değil verdiği kararların adil olup olmadığına, İskoçya halkı da Başbakan Hamza Yusuf’un hangi dine tabi olduğuna değil iyi bir yönetici olup olmadığına bakıyor.
“Dervişlik olaydı tac ile hırka, biz dahi alırdık otuza kırka” diyen Yunus Emre’m hak söylemiş.
O halde otuza kırka aldığı tac ile hırkayı kendisine sermaye yapıp bizden görünen, sonra da bizim tacımız ile hırkamızı itibarsızlaştıranlara dur deme vakti gelmedi mi?
Küçük bir bebek dahi, elini sıcak bir sobaya değdirip yaktığında, bir daha “cıss” deyip o sobaya dokunmazken, bunca acı tecrübelerden sonra, dindarlar, “dine hizmet ettirmek” gibi masum ve haklı görünen bir gerekçeyle de olsa, neden halen bu kadar devlete talipler?
Asırlarca “tüfeğinin içine gül” koyan bu millet, şimdi niçin siyaset saikasıyla o silahı barutla doldurmak istiyor?
Sivil alanda “gül” dağıtarak yapılan dinî hizmet ile devlet gücüyle yapılan ve inançları delik deşik eden dinî hizmet, hiç birbiriyle kıyaslanabilir mi?
O halde “örümceğin Sahibinin dinîne” bizim kusurumuz yüzünden tek bir laf gelmesin diye, şu şapkayı çıkarıp, fırlatalım ırmağa:
“Şu şapkayı çıkarıp atıyorum ırmağa;
Her şeyim sizin olsun, hep sizin kesik başlar.
Rüyasında örümcek başlarsa ağlamağa,
İçine gül koyduğum tüfek ölmeye başlar...”