10 Aralık 2011, Cumartesi
“..O iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.” (Bediüzzaman, Mektubat)
Hacı Amca, elhak öyleydi.
Çocuklar, gençler ona genelde “Hacı Amca” derdi ilk tanıştıklarında. Sonra amca abiye dönüşürdü.
Cehalet, zaruret, ihtilâf hastalıkları bizim köyümüzü de kasıp kavurmuştu. Gaflet istilâsından dolayı hastalığın izalesi bir tarafa teşhisi, hatta fark edilmesi dahi mümkün değildi. Toprağımızı, suyumuzu, yolumuzu kullanamadığımız gibi; çocuklarımızı, gençlerimizi terbiye-i İslâmiye ile yetiştiremiyorduk.
Uzun yıllardır okul, sağlık ocağı, karakol gibi imkânlara rağmen; verimli topraklar işlenemiyor, olması gereken yatırımlar yapılamıyordu. Akrabalar küskün, komşular kavgalıydı.
Hacı amcanın; sebze pazarından hayvan pazarına, yatılı liseden sulama sistemlerine kadar köy ve köy halkı için hayalleri vardı. Bunun için aday da oldu, ama sevk-i İlâhî ile bir nevi dünyevî saltanat nasip olmadı.
Kaderî programda başka bir gaye ile tavzif edileceğini çok sonradan fark etti.
Yaptıklarına ve yapacaklarına rağmen Belediye Başkanı olarak seçilemediğine önceleri anlam veremeyip biraz kırılsa da vazgeçmedi hayallerinden.
Toprakla uğraşmayı severdi hacı abi.
İşleyecekti topraktan yaratılan Seydim’in genç âdemoğullarını.
İşleyecekti cevherleri, şekil verecek ve istikamete dâvet edecekti.
Kıraç topraklardan meyve yetiştirecekti. Zira Üstadı gibi nesl-i cedidle konuşacak, minik kalplere iman tohumlarını ekecekti.
O kıraç toprakların bahçıvanıydı. Ehl-i Beytten Seyit Murat ve hanedanının bereket ve himmetiyle vurdu nur kazmasını kesif kalplere. İslâmiyet suyu ve imanın ziyası ile istidatları inkişaf ettirmek için...
1982’de kabasını hazırladığı medrese-i nuriyesinin inşaatını 1995’de tamamladı. 15 m² küçük bir salon, minik bir oda, küçük bir mutfak... Tefrişatını yaparken aklından geçen ‘Kimse gelmez belki ama ben yine de kendim Nurları okur, namazlarımı kılarım’ diyordu.
Vazife-i İlâhiyeye karışmam, ben vazifemi yapayım diyerek başladı Nurları okumaya. Camiye gelen 3-4 gençle temasa geçip sohbet halkasını başlattı.
Ben o yıllar 17 yaşında bir köy çocuğuyum. Kendi kıraathanemizde garsonluk yapıyorum.
“Pazar Çorum’dan hocalar gelecek, Kur’ân tefsiri Risâle-i Nurları okuyoruz, sen de gel” dedi. Tam o saatler kıraathanenin yoğun zamanı olduğu için izin alamayınca bir yolunu bulup kaçıp gittim sohbete.
Benim ilk dinlediğim ders 23. Söz’dü. Çok anlamasam da hoşuma gitmişti.
“Haftaya cumartesi günü Çorum’a derse gideceğiz, sen de gel” dedi.
Pazar günü ile başlayan ‘derse kaçmalar’ başlamıştı artık hayatımda. Cumartesi de kaçmıştım. Ağabeyimden azar, babamdan tokat yemeye değiyordu çünkü.
Kısa zamanda krize dönen medreseye derse gitme hadisesi bizim evi karıştırmıştı. En son kıraathaneyi sabah ezanında açma işini ben alınca akşam erken gitme iznini alabilmiştim.
Salı günleri kendi aramızda hazırlanarak yaptığımız müzakereli dersler, Perşembe günleri Kur’ân öğrenme eklenince ders günleri ikiden dörde çıktı.
Bana ödev olarak verdiği ilk ders Üçüncü Söz’dü.
Derken vakit namazları başladı. Namazlardan sonra ‘tesbihat’ diye farklı şeyler okuyordu. Hikmetini ve faydalarını anlatıp iştahlandırdı ve tesbihatı ezberleme ödevini verdi.
Bir de baktık Ramazan ayı gelmiş. Gündüz ve gece 30 gün boyunca medrese açık. Miniklere ve gençlere Kur’ân öğretiliyor. Bilenler hatimler indiriyor.
Sohbetleri, ikramları, derse dâvet etme işlerini 4-5 kardeş 1-2 ağabeyle beraber organize ediyoruz. Küçücük salonumuz dolup taşıyor. Her hafta 40-50 kişilik dersler yapıyorduk.
Vakıflığı bana ilk anlatan oydu. O an içime bir sızı düşmüştü, vakıf olma isteği öyle ızdırârî bir hale gelmişti ki tarifi mümkün değil. 5 yıl sonra Eğitim Merkezine gelmek nasip olunca çok sevinmişti.
Belki dünyevî olarak istediklerini yapamadı, maalesef çoğu hâlen de yapılabilmiş değil. Ancak manevî olarak 16 yıldır yüzlerce gencin kalbine iman tohumları ekildi. Yüzlerce genç Kur’ân öğrendi, dinini yaşamaya başladı. Onlarca genç onun ufkuyla, himmet ve gayretiyle üniversite okudu, meslek sahibi oldu.
Risâle-i Nur’un bereket ve kerâmetlerini çok defa birlikte müşahede ettik.
Üstadımız çok defa rüyasında Seydim’deki hizmetinden dolayı tebşir etti.
Medrese merkezli çok ciddî arkadaşlıklar ve kardeşliklere vesile oldu.
Cehaleti; marifetullah’la…
Zarureti; tavsiyeleriyle, ufuk göstererek, gaye-i hayal aşılayarak…
İhtilâfı; ahlâk-ı İlâhiye olan Sünnet-i Peygamberîyi yaşayıp yaşatarak izale etmeye çalıştı.
O kıraç bir topraktan meyvedar ağaçlar yetiştirmeye çalıştı. İnşaallah duâsı kabul olur.
Resûlullah (asm) buyuruyor ki: “Üç kişinin amel defteri kapanmaz: Hayırlı evlât yetiştiren babanın, ilmiyle âmil ilim talebesi yetiştiren âlimin, sadaka-i cariye bırakan hayırseverin.”
İştirak-i a’mal düsturu ile sırr-ı ihlâsla inşaallah hasenât defteri kapanmayacak.
Kendisi birkaç yıl önce kalp krizi geçirdi ve 7 gün yoğun bakımda kalmıştı. Kendisi anlatıyor:
“Ben öldüm, cenazemi yıkadılar, namazımı kıldılar. Kabre yerleştirdiler. Sonra baktım, orası öyle geniş bir yer ki gözünün alabildiği kadar uçsuz bucaksız bir yeşillik.
Birisi geldi ‘Burasını sevdin mi?’ diye sordu. ‘Sevilmez mi burası, çok güzel’ dedim.
‘Gitmek ister misin buradan?’ dedi. ‘Hayır, gitmek istemem’ deyince.
‘Yok yok gideceksin’ dedi.
Gözümü bir açtım doktor başımda. Doktorun yakasına sarılmışım ‘Beni niye getirdin. Geri gönder’ diye.”
Rabbimden niyazımız çok sevdiği yeşillikler içinde bizleri beklemesi...
İzn-i İlâhî ile çok sevdiği sohbet-i Nurlara kıyamete kadar iştirak etmesi.
Muhtereme hacı annemiz anlatıyor: “Her sabah olduğu gibi namaza kalkıp tesbihatı beraber yaptık. Kur’ân okumaya başladı. ‘Bu sabah çok okudun, kendini yorma’ dedim. ‘Yok yok kalbime iyi gelir, yorulmam’ dedi. Sonra yatağa uzandı ‘İyi değilim’ dedi, iki eli yanında çok sakin bir şekilde ruhunu teslim etti.”
Vefatına, yerin ve göğün ağladığı ehl-i kemallerden Hacı ağabeyimiz Selahaddin Dinçer’e Cenâb-ı Hak’tan rahmet diliyor; yakınlarına ve ihvanlarına sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.
Seydim, Çorum ve şahs-ı manevîmiz çok mühim bir rüknünü, sütununu, çınarını kaybetti; başımız sağolsun.
İnşaallah hayalleri hakikat olur, medresesinin ateşi hiç sönmez. Şimdi ekilen nur tohumları istikbalde çiçek açar, meyve verir.
Okunma Sayısı: 1490
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.