Tutuklanmasının iç ve dış yankıları hâlâ devam eden İlker Başbuğ’un, görev süresinin dolmasına 7 aya yakın bir zaman kalmışken Habertürk gazetesine beş saatini ayırarak yaptığı ve bizim 18.2.10 günü çıkan “TSK ve değişim” yazımızda değerlendirdiğimiz detaylı açıklamaları da hatırlamakta fayda var.
Oradaki beyanlarında toplum ve TSK’daki değişimi daha ziyade gelişim bağlamında yorumlarken, değişime de istisnalar koyan Başbuğ, “Atatürk sevgisi, ulus devlet, üniter devlet, cumhuriyetin temel nitelikleri. Bunlar değişebilir mi?” diye sorup şöyle devam etmişti: “TSK bu anlamda değişmez, değişemez.” (Habertürk, 12.2.10)
Oysa, içerik ve yorumlanış biçimlerine ilâveten, sıralanma silsilesine de dikkat edilmesi gereken bu kavramlara “değişmezlik” izafe eden bir yaklaşımla gerçek bir “gelişim” olabilir miydi?
Ve kişi eksenli bir sevgi hissini kurumsallaştırıp; çağın getirdiği değişim ve gelişim süreci çerçevesinde değerlendirilmesi gereken ulus devlet gibi kavramları tabulaştıran ve “cumhuriyetin temel nitelikleri” şablonuyla ifade edilen hususları demokrasiyle örtüştürme ihtiyacı duymayan bir bakış açısı ile “gelişme” sağlanabilir miydi?
Keza Başbuğ’un, olumlu anlamda bir değişme ve gelişmenin en önemli şartlarından biri olan “samimî özeleştiri” bahsindeki tutukluğu aşamayıp hem TSK’yı en fazla yıpratan, hem de ülkeye çok büyük zararlar veren darbeler için “Artık geride kaldı, gereken dersleri de çıkardık” beyanının ötesinde birşey söylememesi de, son derece ciddî bir handikap olmaya devam ediyordu.
Oysa tahribatı, izleri ve tortuları hâlâ temizlenemeyen vahim ve fâhiş yanlışları açık yüreklilikle ikrar edip, “Artık bunlardan arındık” mesajı verebilseydi hem ordu rahatlardı, hem de millet.
Röportajda, Murat Bardakçı’nın aktardığı çok önemli ve tarihî bir anekdot da dikkat çekiciydi:
“Maslak’ta çok geniş bir alana yayılan Harp Akademileri kompleksinin, Org. Cemal Tural’ın eseri olduğunu Başbuğ’dan öğrendik. İlker Paşa, Genelkurmay’ın 60’lı yıllarda araziyi almaya çalıştığını, ama Hazine’nin vermek istemediğini söyledi ve ‘Org. Tural emir verdi, araziyi bir gece tellerle çevirdik, bu sayede dünyanın en modern harp akademilerinden birine sahip olduk’ dedi.”
Aynı yazıda Bardakçı “bir dönemin efsane komutanı” olarak nitelediği Tural için Başbuğ’un “Çok iyi bir asker olmasının yanı sıra Silâhlı Kuvvetlere büyük katkılar yaptı” dediğini aktarmıştı.
Ama aynı Tural’ın hükümeti “takmayıp” başına buyruk tavırlar sergilediği için, dönemin Başbakanı Demirel ve Cumhurbaşkanı Sunay tarafından, Genelkurmay Başkanlığından alınıp önce Askerî Şûrâ üyeliğine kaydırıldığını ve beş ay sonra emekliye ayrıldığını ikisi de es geçmişlerdi.
Demokrasi tarihindeki yeri bu olan ve ilâveten dindarlara, özellikle de Nur talebelerine yönelik olumsuz tavrıyla hatırlanan Tural’ın, seleflerinden biri tarafından, farklı gerekçelerle de olsa övgü ve takdirle yad edilmesi, değişim ve gelişim söylemleriyle örtüşen bir durum olmasa gerekti.
Bu, işin bir boyutu. Diğer boyutunda ise Harp Akademileri Komutanlığının üzerine kurulduğu araziye, asker tarafından etrafı tellerle çevrilerek fiilî durum meydana getirilip el konulması var.
Ve Başbuğ, “dünyanın en modern harp akademilerinden biri”nin, bugün ancak mafyaya yakıştırılabilen bir yöntemle el konulan arazi üzerine inşa edilmiş olduğunu da övgüyle anlatabilmişti.
Demokratik hukuk devletinde böyle birşey olabilir mi? Askerin kendisini memleketin asıl sahibi olarak herkesin üzerinde görüp ona göre davrandığının bundan daha iyi örneği olur mu?
Peki, aradan kırk sene geçtikten sonra bir Genelkurmay Başkanının bu hukuk dışı olayı takdirkâr sözlerle gündeme getirmesinin izahı olabilir miydi?
Başbuğ bugün internet siteleriyle hükümeti devirmeye çalıştığı gerekçesiyle özel yetkili ağır ceza mahkemesince tutuklanıp içeri konuldu.
Ama kamuoyu ve vicdan mahkemesinde hesaplaşılmayı bekleyen çok daha ağır şeyler var...