Bir gün arayla tekrar döndüğümüz bu konuya dair yazının ilk bölümünü satır başlarıyla da olsa özetlemekte fayda var.
Medya ve siyaset dünyasının tanınmış şahsiyetleri tarafından bilhassa son zamanlarda dillendirilen çarpıcı fikirlerin bir özeti aşağıdaki gibidir:
* "Abdullah Öcalan, Nurcuların çay sohbetine katılmış olsaydı şayet, Nurcular onu bir daha bırakmazlardı. Dolayısıyla, o da gidip terörist başı olmazdı..."
* "Öcalan'ın Ankara'daki talebelik zamanında (1960'lı yıllar) MİT ile yakın ilişkisi vardı. MİT'in desteklediği bir ajansta hem ofisboy çalışıyor, hem de oradan burs alıyordu."
* "12 Eylül Darbesinden sonra Diyarbakır Cezaevindeki Kürtlere yapılan ahlâksız işkenceler bana yapılsaydı, ben de dağa çıkardım."
* "Benim dilim yasaklansaydı, ben de dağa çıkardım."
Dağa çıkma maksadı önemli
Dağa çıkmak, hiç de ayıp bir şey değil. İsteyen herkes, istediği dağa tırmanabilir. Burada mühim olan nokta, kimin hangi dağa ne ile ve hangi maksatla çıktığıdır. Misâl vermek gerekirse...
Kimi var ki, çobandır. Hayvanlarını otlatmak için dağa çıkar.
Kimi de avcıdır; elinde pompalısıyla dağa avlamak maksadıyla çıkar.
Keza, dağcılık sporunu yapanların gideceği yer de, engebeli dağlardır.
Öte yandan, kitap okumak, tenezzüh etmek, yahut tefekkürde bulunmak maksadıyla, özellikle dağlık–ormanlık yerleri tercih edenler var. Ki, şahsen kendim de bu kategoriye girenlerden biriyim. (Nitekim, dağlara tutku derecesinde bağlı olan Bediüzzaman Hazretleri de, serbestlik zamanındaki ömrünün mühim bir kısmını zirvelerde geçirmiş. Dolayısıyla, "Eziyet gören Bediüzzaman niye dağa çıkmadı?" diye soran dostlar, bu noktayı da nazara alarak izahatta bulunsalar daha münasip olur.)
Haa, bir de var ki, kişi elinde silâh, belinde mühimmatıyla dağa çıkar ve bu silâhla ya eşkıyalık, ya da teröristlik yapar. Haksız yere insan canına, yahut malına kast eder.
İşte, bu sonuncu şık, diğerlerin tamamından ciddi farklılıklar gösterir. Dolayısıyla, mutlaka cezaî karşılığını da görür ve görmeli.
Demek ki, "dağa çıkmak" tâbirini kullanırken, biraz daha dikkat ve hassasiyet göstermeli. Dağa çıkan herkesi aynı görmemeli, aynı kategoriye dahil etmemeli.
Ah o Diyarbakır Cezaevi
Bilhassa 12 Eylül (1980) Darbesinden sonraki meşhûr Diyarbakır Cezaevinin halini en iyi bilenlerden biriyim.
Çünkü, rahmetli ağabeyim, eski TÖB–DER bağlantısı sebebiyle, bir mânâda "mezbahane" olan bu hapishaneye tıkılmıştı. Dokuz–on yıl müddetle, birkaç defa tutuklanıp serbest bırakıldı.
Fikren ayrı dünyaların insanı olmakla beraber, kardeşlik hukuku gereği—dayanılmaz sıkıntılar, baskılar altında—mükerrer defalar ziyaretine gittim.
Ziyaret esnasında, çektikleri zulüm ve baskıların katlanılamaz boyutlara çıktığını, bazı arkadaşlarının açlık grevine girdiklerini, bazılarının da intihar ettiğini anlattı.
Hatta, bir defasında bana "Bundan böyle kimse ziyaretime gelmesin" dedi.
Sebebini sorduğumda ise, özetle şunları söyledi: "Bizi görüşme yerine getirinceye kadar anamızı ağlatıyor, bizi canımızdan bezdiriyorlar. Hakaretlerin, tekmelerin, dipçiklerin bini bir para. Bizi köpeğe selâm durmaya mecbur ediyorlar. Keza, her sabah bize zorla 'Türküm, doğruyum, çalışkanım...' andını söyletiyorlar. Aynı şekilde İstiklal Marşını okutuyorlar. Bilhassa, ziyaretçisi fazla olanları daha çok eziyor, daha çok işkence çektiriyorlar."
Bir defasında, gazeteci kimliğimle özel izin alarak bu hapishanenin içine de girdim. İnsanlık dışı muamelelerin keskin, kaskatı izlerine rastladım.
Dolayısıyla, Bülent Arınç'ın hatırlatmasından sonra BDP'li Gülten Kışanak'ın aynı döneme dair anlattığı "Beni köpek kulübesinde, kemik artıkları ve pislikleri üzerinde altı ay yatırdılar" şeklindeki açıklaması, şahsen beni zerre miskal şaşırtmadı.
Zira, o devirde oralarda daha beter hallerin yaşandığını da yakînen bilenlerden biriyim. (*)
Yaşanan bütün bu acı gerçeklerle beraber, yine de intikam duygusuyla dağa çıkmanın, silâha sarılmanın, yahut şiddete başvurmanın doğru bir davranış biçimi olmadığına inanıyoruz.
Zira, bugün silâhı doğrulttuğun, canına kıydığın kişi, vaktiyle şuna buna zulmeden kişi değildir.
İtikadımıza göre, bir mazlumu öldürmek, insanlığı öldürmek gibidir.
Kaldı ki, dahilde silâh kullanmak, menfi metotlara tevessül etmek, hiç ilgisiz kişilerin canına zarar vermek, asla doğru değil ve hiçbir şekilde hayırlı neticeye götürmez bizi.
Zulme zulümle mukabele edilmez
Bu memlekette, vaktiyle pekçok zulüm ve haksızlık yapılmıştır. Masumlar, acımasızca ezilmiş, hukuksuzca cezalandırılmıştır.
En feci baskılara mâruz kalanların başında ise, bu milletin dindarları gelir.
Bu arada, Kürtlere de sırf Kürt olmaları hasebiyle, ekstradan baskı yapılmış, katliâm edilmiş, dilleri yasaklanmış, milliyetleri red ve inkâr edilmiştir.
Türkçülük adına yapılan bu zalimane muamelenin asıl maksadı ise, bize göre, evvelâ din kardeşliğine darbe vurmak ve bilhassa İslâma büyük hizmet eden hakiki Türklere düşman kazandırmaktır.
O halde, geçmişte yaşanan zulümkârlıklara karşı gelmenin yolu, bugünkü askerleri, polisleri vurmaktan, öldürmekten, dağda–şehirde terör estirmekten geçmez.
Esas olan insan hayatıdır. Korkusuzca ve güven içinde yaşamak, her insanın doğuştan gelen temel hak ve hürriyetidir.
Bu hürriyeti kısıtlamak, bu hakkı gasbetmek anlamına gelen terörist faaliyetler, hiç şüphe edilmesin ki, Diyarbakır Hapishanesini vaktiyle mezbahaneye çevirenlerin faaliyetleriyle aynı kategoriye girer.
Bir kimseyi ciddiye almak, yahut sözlerine değer vermek için, o kimsenin her türlü zulmü lanetlemesi, her türlü zulmün karşısında tavır alması gerekir.
Elhasıl, son zamanlarda tedavüle sokulan mezkûr çarpıcı sözleri de, işte bu ölçü ve kıstas ile değerlendirmek durumundayız.
...............................
(*) Tam da bu noktada, 12 Eylül darbecilerini alkışlayan, yahut Darbe Anayasasını vargücüyle destekleyen dostların kulağını çınlatmaya ne dersiniz?