Bilhassa son yıllarda “Kemalizm”e meyleden, yahut “Atatürkçülere yaranma yarışına” girenler, sadece “Siyasî İslâmcılar” olarak bilinen kesimden ibaret değil.
Maalesef, kökü ve mayası tâ bir buçuk asır önceki “Ahrarlar”a kadar gidip dayanan “Demokrat misyon”a mensup bazı kimselerin de aynı koroya dahil olma basiretsizliğine düştüğü görülüyor.
Yani, o misyonu temsil konumunda bulunan bazı siyasiler de, kendilerini tutamayarak, “rüşvet-i kelâm” denilen sınırı aşarak, Atatürkçülük yarışında diğerlerinden geri kalmama psikozuyla hareket etme ihtiyacını duymaya başladı.
Oysa, böylesi bir davranışta bulunmaya gerek olmadığı gibi, Demokratların buna ihtiyaçları yoktur ve olmamalı da...
Zira, Kemalizm ile Demokratlık hiçbir şekilde uyuşmuyor ve bağdaşmıyor.
Bunu düşünmeden yapılan birtakım zoraki bağdaştırma gayretlerinin şimdiye kadar bir fayda sağladığı da esasen görülmüş değil. Örneği yoktur bunun.
Yakın tarihteki vak’alar bize gösteriyor ki, Demokrat misyonun başındakiler de dahil olmak üzere bu misyonun mensupları, Kemalizme mesafe koydukça, siyaseten yükselmeye başlıyorlar; aksi yönde giderek Atatürkçülere yaranmaya çalıştıklarında ise, her defasında siyaseten eriyip küçülmeye yüz tutuyorlar.
Evet, hakikatte de zıt olan şeyler birleşemezler ve uyum sağlayamazlar. Buna göre, hakikî Demokratlar Kemalist ve hakikî Kemalistler Demokrat olmazlar, olamazlar. Dün böyle olduğu gibi, bugün de, yarın da böyledir.
Doğru ve sağlıklı olan gerçeklik ise, herkesin olduğu gibi görünmesi ve göründüğü gibi olmasıdır. Kemalist Kemalisttir; Demokrat da Demokrat... Aksi yöndeki duruş ve davranışlar, akla ziyandır ve zarar üstüne zarardır.
Bizden söylemesi...
***
GÜNÜN TARİHİ: 14/15 KASIM 1808
Alemdar Vak’ası
Sadrâzam Alemdar Mustafa Paşa ile isyana kalkışan Yeniçeri mensupları arasında 14/15 Kasım (1808) gecesi Bâbıâli'de başlayan ve yüzlerce insanın ölümüyle neticelenen dehşetli hadise, tarihin kayıtlarında "Alemdar Vak'ası" ismiyle yer alıyor.
1808’in ikinci yarısında Alemdar’ın üç buçuk ay kadar süren Sadrâzamlığı devresinde, Sened-i İttifak’ın hazırlanması ve Nizam-ı Cedid'e emsâl Sekban-ı Cedid'in kurulması gibi önemli gelişmeler yaşandı. Ancak, buna rağmen yatışmış gibi görünen hadiseler yine de bitmek bilmedi. Fitne ateşi tekrardan alevlendi. İfsat edilen Yeniçeri Ocağı yeniden fokur fokur kaynamaya başladı.
1808’in 14/15 Kasım gecesi ayaklanan Yeniçeri Ocağı askerleri, Bâbıâli'deki Sadrâzam Alemdar Mustafa Paşa’ya âni bir baskın gerçekleştirdiler.
Saray'dan yardımsız kalan ve kalabalık isyancılarla başa çıkamayacağını anlayan Alemdar Paşa, barut dolu fıçıları ateşleyerek, kendisiyle birlikte yüzlerce Yeniçeri askerinin katline sebebiyet verdi. İsyancılar, bununla da yetinmeyerek Saray'a yürüdüler. Saray'daki muhafız kuvvetlerle onlara mukabele eden Sultan II. Mahmud, Sekbân-ı Cedid'i kaldırdığını söyleyerek vaziyeti idare etmeye çalıştı.
Bu başarıdan cesaret alan Yeniçeri Ocağı’na sinmiş olan müfsitler ve zındıklar, kendilerine muhalif gördükleri devlet adamlarını öldürmeye ve Sekban Ocağı’ndaki askerlerle çatışmaya devam ettiler.
Neticede, binlerce vatandaşın kanı akıtıldı ve Yeniçeri içindeki bozguncular için tâ 1826'ya kadar sürecek yeni bir hâkimiyet devresi başlamış oldu. 1826'da ise, Sultan II. Mahmud’un fermanıyla Yeniçeri Ocağı söndürüldü ve binlerce mensubu öldürüldü.
Bir askerî ocağın kapatılması yerine ıslâh edilmesi ve toptan cezalandırma yerine "suçun şahsîliği" prensibiyle hareket edilmesi daha doğruydu. Ama, ne yazık ki bu yapılamadığı için, o tarihte çok büyük bir trajedi yaşandı.