Dile kolay, tam tamına 23 yıl boyunca (1922-45) İtalya’nın idaresinde söz sahibi olan faşist lider Benito Mussolini, bizzat kendi halkı tarafından 29 Nisan 1945’te linç edilerek öldürüldü.
(Bazı rivâyetlerde, ölmüş veya ölüm derecesinde iken, hanımı ile birlikte ayağından asıldığı da söyleniyor.)
Gerçeğin net bir ifadesi şudur ki: Savaşın (II. Dünya) birinci derecede suçlusu olarak ilân edilen Mussolini’nin âkıbeti pek fecî, pek vahim olmuştur.
Yegâne müttefikinin bu fecî âkıbetini haber alan Alman diktatör Adolf Hitler de, hemen bir gün sonra hanımıyla birlikte zehir içerek intihar ettiği haberi yayılır.
Bu iki diktatörden birinin linç edilerek, diğerinin ise zehir içerek ölümlü hale gelmesiyle, II. Dünya Savaşı da bitiş sürecine girmiş olur.
Geriye ise, insanlık tarihinin en dehşetli manzarası kalır: Harabeye dönmüş koca şehirler, milyonlarca aç, yaralı, sakat, perişan vaziyetteki insan ve bir tahmine göre asker-sivil 80-100 milyon civarında can kaybı...
Evvelki savaşın aksine olarak, İslâm âlemi bu dehşet saçan kanlı boğuşmanın dışında kaldı. Avrupa’da ve sair yerlerdeki gayr-ı müslim topluluklar ise, Birinci Dünya Savaşı’nın belki on katı kadar telefat verdiler ve maddî olarak da zarar-ziyan gördüler.
***
Evet, II. Dünya Savaşı, dünya ve insanlık tarihinin en kanlı ve en yıkıcı hadisesi olarak kayıtlara geçti. Yaklaşık 6 sene süren (1939-45) bu savaşa aktif şekilde katılan ülkeler iki blok halinde karşı karşıya geldiler: Bir tarafta Almanya, İtalya ve savaşa sonradan katılan Japonya vardı.
Diğer tarafta ise, İngiltere, Rusya (SSCB), Fransa, Polonya ve yine sonradan savaşa katılan ABD vardı.
Bu ülkelerin hemen tamamı, sömürgeciydi. Sömürgeleri de, tâ 1945’e kadar çoğunluk itibariyle Müslüman topluluklardı.
O korkunç savaşta, sömürgeci devletlerin adeta belleri kırıldı. Yani, galibin de mağlûp olanın da kaybı büyük oldu.
Bunlar, büyük savaştan önce sömürge sahasını daha da genişletme ve etkinleştirme plânları yaparken, kendilerini bir anda ateş ve barut gayyası içinde buldular.
Savaşın ilk yıllarında Almanya’dan öylesine şiddetli darbeler yediler ki, neye uğradıklarını şaşırdılar.
***
Evet, tâ yıllar öncesinden savaş sanayiini kuran ve harbe hazırlanan Almanya, savaşın ilk yıllarında galibâne gidiyordu. Meselâ, İngiltere ve Rusya hariç, Fransa, Polonya başta olmak üzere Avrupa’nın hemen bütün hükümetlerini teslime mecbur etmiş ve Nazi ordusuyla o ülkelerin topraklarını ele geçirmiş durumdaydı. Hitler, bir taraftan da, teslim olmakta direnen Rusya ve İngiltere’ye öldürücü darbeler indiriyordu.
Hitler’in ordusu, gerek kara harekâtı, gerek hava bombardımanı ve gerekse paraşütçü birliklerle yapmış olduğu indirme operasyonlarıyla, Rusya ve İngiltere’nin korkulu rüyâsı haline gelmişti.
Savaşın üçüncü yılında (Aralık 1941) Almanya’nın müttefiki olan Japonya’nın Pearl Harbor’daki ABD kuvvetlerini vurması ve bu iki büyük devletin de karşılıklı olarak fiilen savaşa katılmasıyla birlikte, gelişmelerin seyri değişmeye başladı.
Son olarak, ABD hava kuvvetleri tarafından Japon adalarına üç gün arayla (6-9 Ağustos 1945) atılan atom bombaları, Uzakdoğu’da savaşa nokta konulmasına sebebiyet verdi. 250 bin insanın ölümüne yol açan bu hadiseden sonra, Japonya kayıtsız şartsız teslim olduğunu ilân etti.
Avrupa’da ise, Hitler ve Mussolini artık hayatta olmadıkları için, bu kıt’adaki savaşın sürmesi pek mümkün görünmüyordu. Kaldı ki, Almanya, Hitler’in ölümünden on gün sonra (7 Mayıs) zaten teslim belgesini imzalamış ve ülke topraklarının taksim edilmesine razı olmuştu.
1945 yılı Ağustos ayı sonlarına gelindiğinde, Uzak Doğu’da olduğu gibi Avrupa’da da fiilen ve hukuken İkinci Dünya Savaşı sona ermiş oldu.
O büyük şerden çıkan hayır: Azılı diktatörler feci şekilde can verip gittiler. Sömürgeci devlerin belleri kırıldı. Sömürge altındaki topluluklar, birer birer bağımsızlıklarını ilân etmeye başladılar.