Şefik Çelik’in tesbitleri
Aziz Ağabeyimiz İsmail Hakkı ile tanışmamız 1970’li yıllara dayanır. O tarihte Ali Aktürk Hocanın işletmiş olduğu yüncü dükkânında sık sık görüşür, tatlı sohbetlerde bulunurduk.
Daima gülümseyen, nurlu, berrak bir siması, babacan, insana güven veren asîl bir duruşu vardı.
Ortaokul yıllarıma rastlayan bir dönemdi. Kendisine ait bir meyve bahçesi vardı. Hafta sonları oraya giderdik. Bize kendi elleriyle o meyvelerden ikram etmeyi çok severdi.
Bahçesinde, ayrıca billur gibi akan, suyu soğuk küçük bir çeşme vardı. Adeta “şifalı su” gibi kana kana içerdik, o sudan.
Meyve bahçesine başka yerlerden başka ağabeyler de gelirdi. Kalabalık sayıda ve muhtelif yaşlarda gördüğüm nur yüzlü o insanlar, bir gölgelikte oturur ders sohbet yaparlardı.
Orada okunan eserleri pek anlayamazdım. Fakat, dinledikçe yine de huzur bulurdum. İçim ferahlardı. O itibarlı insanların vakur duruşları, şefkatli, muhabbetli bakışları insana zaten ayrı bir huzur verirdi.
Tâ o yıllardan yine de hatırımda kalan ve hiç unutamadığım güzel bazı sözler, zengin mânâlı vecizeler var. Bunların iki tanesini burada ifade etmeye çalışayım.
Birincisi: Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâkî varken, başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur’ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
İkincisi (muhtelif bahislerden kendimce bir derleme): Her nakşın bir nakkaşı, her san’atın bir san’atkârı vardır… Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olmaz. O halde, nasıl olur da şu koca kâinat sahipsiz, mâliksiz, ustasız, nakkaşsız olur?
* * *
Zaman içinde, Ali Hocanın yüncü dükkânını İsmail Ağabey devraldı. Her gittiğimizde raflarda dinî kitapları, Nur Risâlelerini görürdük. Masasının üzerinde de her zaman Yeni Asya gazetesi bulunurdu.
Bunlara bağlılığını hiçbir komplekse girmeden gösterirdi. İçi-dışı birdi, mert ve açık bir insandı. Kimseden de çekinmezdi. İnandığı şeyleri gizlemeyi şahsiyetine asla yakıştırmazdı.
Vakit namazlarını mümkün olduğunca camide kılardı. Cami çıkışında zaman zaman ayaküstü sohbet eder, bazen da dükkâna gider, bizlere dinî kitaplardan okur, anlatırdı.
Geçmiş yıllarda, birlikte çok seyahatlerimiz oldu. Isparta, Barla, Çam Dağı, İstanbul, Ankara, Bursa, Ereğli gibi yerlere mevlid programları, yahut Nur Menzillerini ziyaret maksadıyla mükerreren gittiğimiz olmuştur.
* * *
Bulunduğu ortamlarda muhkem bir kale gibiydi. Dinî faaliyet ve hizmet söz konusu olduğunda, en ön plânda görünürdü. Adeta bin kişi kuvvetindeymiş gibi dik, vakur, kararlı, azimli duruşuna her zaman şahit olurduk.
Öte yandan, cemiyet içindeki birleştirici, barıştırıcı, arabulucu halini de çoğumuz biliyor ve görüyorduk.
İşte, böylesine müstesna bir şahsiyetin dünyadan gidişi, beldemiz için büyük bir kayıp olmuştur.
Sevgi, şefkat, merhamet timsali İsmail Hakkı Ağabeyimizi dâr-ı bekaya uğurladık. Berzahta ve âhiret âleminde, Risâle-i Nur’da zikredilen Kur’ânî hakikatlerle muamele göreceğini ümit ile Cenâb-ı Hak’tan kendisine rahmetler diliyoruz.
(Devamı var)
TANIYANLARIN ŞAHİTLİĞİ
Kâmil Turan anlatıyor

İsmail Hakkı Ağabeyi uzun uzadıya anlatmak mümkün. Çünkü, bereketli bir ömre sığdırmış olduğu ihlâslı, gayretli çok yönlü hizmetleri olmuştur.
Bunların bir kısmını Saadettin Abi ile diğer kardeşlerimiz aktardılar. Onların tamamına ben de aynen iştirak ediyorum. O hizmetlerin bir çoğuna bizzat kendimiz de şahit olmuşuzdur.
Burada kısaca şunları ifade edebilirim ki: Sessiz, sakin ve mütevaziliğiyle bildiğimiz İsmail Hakkı Ağabey, bulunduğu beldedeki imân-Kur’ân hizmetlerinin, Nur hizmetlerinin, ilâveten temsilcisi olduğu Yeni Asya neşriyat hizmetlerinin adeta direği ve kalesi gibiydi.
O, şahs-ı manevînin bayrağını daima dik ve sağlam tuttu. Tavizsiz istikrar çizgisini, şiddetli sarsıntılara rağmen hiç bozmadan âhir ömre kadar tam bir azim ve kararlılık içinde devam ettirdi.
Allah rahmet etsin; mekânı Cennet, makamı “makam-ı rizâ” olsun.
İlk kez 1989’da hacca giden İsmail Hakkı Demir’in oraya uygun kıyafet içinde çektirmiş olduğu hatıra resmi.