Sultan Abdülhamid’e dair serapa “meddahlık yarışı”nda bulunan iki kitap yazarı vardı.
Kitaplarında, Sultan Abdülhamid meddahlığı üzerinden Bediüzzaman Said Nursi’ye kara çalma, o zâtı zan ve töhmet altında bırakma çabası sırıtıyordu. İkisi de yaptıkları azim hatayı düzeltmediler, ne yazık ki…
Onlardan biri (K. Mısıroğlu) vefat etti gitti; diğerinin (ismi lâzım değil) kitabını neşreden yayınevi öldü gitti.
Yıllar önce “hatanızı düzeltin” diye her ikisini de ikaz ettik. Ama, hiç dinlemedikleri gibi, üstelik türlü tevillerle yalanlarını savunma cihetine gittiler. Hz. Bediüzzaman’ın hizmetkârı Hüsnü Bayramoğlu, Sebil Yayınlarının sahibi Kadir Mısıroğlu ile görüşerek, “Sultan II. Abdülhamid” isim kitapta yer alan yalan-yanlış bilgileri doğrudan kendisine söyledi. Mısıroğlu da kendisine şu mukabelede bulundu: “Bundan sonra basılacak kitaplarımda Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili kısımlar sizin tashihinizden geçtikten sonra tab’edilmesini arkadaşlarıma bildirdim.”
Ne var ki, her ikisi de yakın tarihte (2019-2021) vefat edip gittiler. Dolayısıyla, söz konusu tashih işi de öylece kala kaldı. Haliyle, iş “Mahkeme-i Kübrâ”ya kalmış oldu ki, durum çok daha vahim bir âkıbete intikal etmiş bulunuyor.
*
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, insanların birbirleri üzerindeki hak-hukuk meselesi fevkalâde mühimdir. Ecel meleği her ân gelip kapımızı çalabilir. Dolayısıyla, helâlleşmeyi, hataları düzeltmeyi ötelememek lazım. Kaldı mı, büsbütün kalıyor işte. Neticede, mesele dâr-ı âhirete bırakılmış oluyor. Zerre kadar hayır ve şerrin karşılıksız kalmayacağı oradaki mahkemede verilen cezanın daha büyük olduğuna inanıyoruz. O hâlde, bu inancımızın gereğini bu tarafta ve bir an önce yapmamız gerekmiyor mu?
*
Öte yandan, olup bitenlerden herkesin kendine göre bir ders çıkarması lazım. Meselâ, birinin meddahlığını yapmak için bir başkasına karşı küstahlıkta bulunmaya hiç gerek yok. Kaldı ki, gereksiz yere meddahlık yapmanın da sahibine bir fayda verdiği, yahut bir şeref kazandırdığı görülmüş değil.
Evet, akıl-vicdan terazisi bozulmamış her kime sorarsanız sorun, meddahlığın iyi birşey olmadığını size tereddütsüz şekilde söyler. Ama, buna rağmen bazı kimseler yine de “şahıs meddahlığı” yapmaktan alıkoyamaz kendini.
Şahıs meddahlığı, haliyle muhalif görülen başka şahıslara karşı da, tenkit, tahkir, tezyif, hatta iftiraya kadar varan menfî duyguların kabarmasını netice verir.
Misâl: Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, Kemal Paşa ve İsmet Paşa meddahlarının Said Nursî’ye bakışı ve yaklaşımı öyle olmuştur. Kemalist meddahlar, “Yeminli Atatürk düşmanı” olarak belledikleri Said Nursî’ye karşı akıl almaz, vicdana sığmaz itham ve istinatlarda bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Kürtçü, bölücü, mürteci, kışkırtıcı, vatan haini, Cumhuriyet düşmanı, vesaire...”
Üstelik, Bediüzzaman ve talebelerini sevk ettikleri bütün mahkemelerin haklarında beraat kararı vermesine rağmen, bu küstah meddahlar aynı nakaratı tekrâren söylemeye devam etmişlerdir. Bundan da anlaşılıyor ki, hayat ve fikriyatını “şahısların meddahlığı” veya “şahıs husûmeti” üzerine bina edenler, kolay kolay iflâh etmiyor, ıslah olmuyorlar.
*
Harbî düşmanlarının Hz. Bediüzzaman’a yönelik karalama çabasının, içinde barındırmış olduğu arzu ve niyeti anlamak zor değil. Keza, buna karşı koymak ve zararını azaltmak da çok zor görünmüyor. Lâkin, hem dost görünüp, hem de zımnî adavet beslercesine yapılan karalama hatasını, zan ve töhmet altında bırakma günahını telâfi etmek bir hayli zor ve müşkil görünüyor. Ne mutlu o insana ki, dünyayı terk etmeden evvel, dünyada işlediği hata ve günahları dünyada bıraksın da ebedî âleme taşımasın, oraya intikal ettirmesin.